Her avukatın ufak da olsa mutlaka bir yalancı tanık vakası olmuştur. “Kaç bir tane” dediğinizi duyar gibiyim. Sizin tanığınız yalan söylemese, karşı tarafınki söyler. Aynı konuda karşılıklı tarafların tanıklarının böylesine farklı şeyler söyleyebilmesi başka türlü mümkün olabilir mi? “Karanlıkta tam seçemedim”, “karıncayı bile incitmez”, “bizim şirkette fazla mesai yapılmaz”, “davalı, eşini çok severdi”, “malın parasını elden almıştı”, daha neler neler... Hâkimi kandırmaya çalışanlar, avukatı kandırmaya çalışanlar, hatta kendini bile kandırmaya çalışanlar var.
İlk duruşmalarında stresten şöyle mi geçeyim, böyle mi geçeyim, oturayım mı, kalkayım mı diye kıvranan bu tanıklar, birkaç duruşma geçmeye görsün hemen ortama adapte oluveriyorlar. Bir bakmışsınız hop diye kürsüye sıçramış, dosyayı karıştırıp hâkime bir şeyler fısıldıyor; bir bakmışsınız diğer tanığa akıl veriyorlar. Sanki halı saha maçına adam gönderir gibi, “Ahmet abi gelemedi, yerine beni gönderdi” diyeni bile gördü şu gözler. Ama yine de benim asıl hayran olduğum bölüm, her lafına “senin allahını, kitabını” diye başlayan (kibar ifadeyle) “fuhuş aracısı”na bile namusu, şerefi ve kutsal değerleri üzerine yemin ettirmek! Bir de kahve ağzıyla demiyorlar mı, “Hâkim bey, yalanım varsa şöyle olsun, böyle olsun” diye, yeme de yanında yat. Öpülen ölünün, çıkan gözün haddi hesabı yok!
Bir insan neden mi yalancı tanık olur? Bazıları arkadaşını zor durumdan kurtarmak için giriyor bu yola, bazıları karşı tarafa duyduğu kinden, bazıları da avukat yönlendirmesiyle. Mesela “hallederiz”ci avukatlar var: “Dava için vekâletname, şu kadar para, şu belgeler, bir de iki tanığa ihtiyaç var. Tanığınız yok mu? Tamam, biz hallederiz!” Tabii tanık işini onlar halledince, duruşma salonları da tiyatro sahnesine dönüyor çoğu zaman…
Geçenlerde iki avukat arkadaş bir boşanma davası almışlar. Birisi kadının diğeri de kocasının avukatı olacak. Taraflar anlaşmalı boşanacak, ancak evleneli daha bir yıl olmadığından iki tanık istiyor mahkeme. Bizim hallederizci avukatlar da uygun bir ücret karşılığı ya da rica minnetle buldukları iki kişiyi tanık olmaya ikna ediyorlar. Taraflar kim, nerede, ne zaman evlenmiş, neden anlaşamıyorlar, ne kadar zamandır ayrı yaşıyorlar vs. her şeyi ezberletiyorlar tanıklara. Duruşmaya giriyorlar, hâkim ilk tanığı çağırtıyor. İlk soru basit olmasına rağmen hiç çalışmadıkları yerden geliyor: “Evladım, sen hangi tarafın tanığıydın?” Tanık aval aval avukatlara bakınca, bizim avukatlar tanıkları paylaşmayı unuttuklarını anlıyorlar. Ancak artık iş işten geçmiş. Hâkim atıyor hepsini duruşma salonundan tabii. Çıkarlarken de ekliyor: “On beş dakika sonra yine alacağım, o zamana kadar iyice ezberletin her şeyi!” Hâkim yalancı tanıklardan bıkmış, ancak bu hukuk sisteminde davaları da başka türlü bitiremiyor. Bizimkiler de anlıyorlar ki, ilk turu geçebilirlerse finale kadar rahatça yürüyebilecekler. Başlıyor yine çalışmalar ama önce kim kimin tanığı onu kararlaştırıyorlar!
Her hâkim bu kadar bıkkın değil tabii ki, “zalim hâkim” dedikleri var bir de. Kuzenimin ilkokul hocasının hâkim hali gibi yani. “Üç kere dört kaç eder?” diye sorar önce. Yanlış cevap ölümden beter. “On beş” mi dediniz, bu kez “Peki o zaman üç kere beş?” diye devam eder. Yeniden “on beş” cevabını veremeyeceğiniz için saçmalamaya devam edersiniz, o da sormaya. Bizim olayda zalim hâkim, beş sanıklı duruşmada yalancı tanığa soruyor: “Hangisi bıçakladı?” Garibim yanlışlıkla bıçaklayanı değil, tutanı gösterince hâkim bıyık altından gülerek devam ediyor: “Peki o zaman hangisi tuttu?” Gelen cevaba göre de eğlene eğlene bir sonraki sanıkla ilgili soru soruyor hâkim. İşte bunlar hep yeteri kadar çalışmamaktan oluyor bence.
Benim müvekkillerse çalışmanın önemini biliyorlar. Bir keresinde iş mahkemesindeki duruşmadan bir gün önce müvekkilim telefon edip duruşmaya bir saat erken gelmemi rica etmişti. Sebebini sorunca, “Bizim tanığı çalıştırmak lazım avukat bey” diye eklemişti. Koca bir saat boyunca ne anlatılır tanığa? “Uzmanlar sınava az zaman kala çalışmayı yararlı görmüyorlar ama” şeklinde mizahi bir yanıtla işin içinden sıyrılmayı denediysem de ikna edemedim kendisini. En sonunda “Peki” dedim, “Yarın bir saat önce gelip çalıştıracağım tanığı. Ancak o da haylazlığı bıraksın, bu akşam son tekrarlarını yapsın haa!”
Ertesi sabah adliye koridorunda müvekkille karşılaştık. Sigara içmeye gidiyormuş, “Mehmet Bey de duruşma salonunun önünde sizi bekliyor” dedi. Duruşma salonunun önüne geldiğimde tanımasam da Mehmet Bey’i bulmak zor olmadı. Tek başına oturmuş, beni bekliyordu. “Mehmet Bey değil mi, nasılsınız?” sorusuna “Teşekkürler, ben de sizi bekliyordum avukat bey. Biraz heyecanlıyım, ilk defa mahkemeye geliyorum da” karşılığını verdi. Gergin ve heyecanlı tanıklar her zaman beni korkutmuştur.
Önce çıkardım dava dosyasını, son kez hızlıca bir göz attım. “Hiç heyecanlanmayın. Şimdi sizinle hâkimin soracağı şekilde alıştırma yapacağız” dedim tanığa. İlk sorum davacının ne kadar zaman şirkette çalıştığıydı. “İki yıl” dedi. Gülüştük. “Duruşmada da böyle şaka yapmazsınız inşallah. Biliyorsunuz on yıl çalıştı kendisi.” Neden işten çıkarıldığını sordum, “Performans düşüklüğü” cevabını verdi. Hafif tebessüm ve gerginlikle, “Olur mu efendim, altı aydır alamadığı maaşlarını istediği için atıldı” dedim. “Peki maaşı?” “Asgari ücret.” “Haydaa! Net 2500 TL alıyordu. Fazla mesai?” “Bazen olur.” “Nasıl bazen kardeşim, her gün üç saat diyeceksin. Sigorta?” “Vallahi asgari ücretten yaparlar ama tümünü gösterirler.” “Yemin etme, çarpılırsın. Eksik yapmışlar işte davacıya.” Bak sen şu namussuz tanığa. Acaba heyecanına hâkim mi olamıyor, benimle kafa mı buluyor, yoksa aba altından sopa gösterip para mı koparmaya çalışıyordu?
Kısa sürede anladım ki işin şakası yok, tanık gayet ciddi bir şekilde saçmalıyor. O an gerçekten bu adamın çalıştırılmaya ihtiyacı olduğuna kanaat getirdim. Sonuçta bizim müvekkil arkadaşını benden daha iyi tanıyordu, boşuna beni erkenden çağırmamıştı. Hemen işe koyuldum. On dakikalık bir çalışma sonrasında sular seller gibi ezbere şakıyordu bizim tanık: “2500 TL alıyordu. Gece yarılarına kadar çalışıyordu. Sigortasını eksik yapar, maaşını eksik yatırırlardı. On senenin sonunda haksız yere attılar adamcağızı.”
Ben tam işleri yoluna koydum derken bizim müvekkil geldi yanımıza. Tutup “Avukat bey, biz karşıda, duruşma salonunun önünde sizi bekliyoruz” demesin mi. Eee, bizim tanık karşıdaysa bu adam kimdi? “Sen kimsin hemşerim?” dedim, “Ben tanığınızım ya” diye cevap verdi. Dosyaya baktım, “11. İş Mahkemesi” yazıyor. Kafamı kaldırınca tabelada yazılı acımasız gerçekle yüz yüze geldim: “12. İş Mahkemesi”! Şansıma buradaki tanığın da adı Mehmet’miş, iyi mi. Boşuna Mehmet’e “en yaygın erkek ismi” demiyorlar yani!
Neyse, görev gereği ben yeni tanığı da yine bir güzel çalıştırdım tabii. Kendisi de duruşma çıkışı yıldızlı pekiyiyi kaptı bizim müvekkilden. Ancak kafasını allak bullak ettiğim diğer tanığın avukatı benim kadar şanslı değildi. En son hatırladığım duruşma çıkışı “ya sabır” çeken avukat ile “Yaktın ulan beni!” diye bas bas bağıran davalı şirket sahibiydi. Tanık da tuttu, suçu bana atmaya çalıştı. Ne alakası var kardeşim. Avukatın zamanında gelip seni çalıştırmasın, sonra başarısız olunca bizi suçla. Ne demiş atalarımız: Ağustosta gölge kovan, zemheride karnın ovar…