Sene sonu dosya kontrolü avukat âdetidir. Bir sene boyunca neler yaptığınızı görür, biten dosyaları ayırır, devam edenlere de çeki düzen verirsiniz. Ancak Türkiye gibi hukukun şamar oğlanına döndürüldüğü, her gün yeni bir kanun değişikliğinin yapıldığı, sonra bunların bir kısmının sene bitmeden geri alındığı, müebbetle yargılanıp cezaevine atılanların seneler sonra tahliye edildiği, bu kez onları içeri atanların içeri girdiği ve onları içeri atanların da sıranın kendilerine gelmesinden korktuğu bir ülkede senelik hukuk ve siyaset kontrolü de nereye gidildiğini görmek açısından mecburidir. Yolsuzluk, kadrolaşma, iş ve kadın cinayetleri, kent yağması ve çevre katliamları, Türkiye’de hukuk denilince ilk akla gelenler oluyor haliyle…
2014 senesi nasıl başlamıştı? 17 ve 25 Aralık Operasyonları’nın ertesinde, ayakkabı kutuları, para sayma makineleri ve ele geçirilen paralar konuşuluyordu. Sonrasında “sıfırlama”, “Alo babacım”, “Bilal’e anlatır gibi”, “Alo Fatih”, “Senin önüne yatarım Rıza”, “Milletin … koyacağız”, “Bakara makara” sözleri literatürümüze girdi. “Hayasızca montaj yapıyorlar” ile başlayan açıklamalar, ilerleyen zaman diliminde “Bazıları ufak tefek hırsızlıkları ‘falan filan yolsuzluk’ diye büyütüp şey yapmaya çalışıyor”a kadar gitti. Japonya’da olsa toplu harakiri törenine dönüşecek acınası hal, bizim ülkemize gelindiğinde kırıla kırıla sıradan bir vakaya dönüşüyordu. Çalıyorlardı ama çalışıyorlardı da!.. İlerleyen zamanda takipsizlik kararlarıyla şüphelilerin suçsuzlukları tescillendi! Kendilerinin olmadığını iddia ettikleri paraları ise faiziyle birlikte geri aldılar! 700 bin TL’lik saate bir şey yapılmadı ama; çünkü bakanın da dediği gibi, “Saatin faturası alanın üstüne ama garanti belgesinde benim adım geçiyor.” Ayrıca diğer bir bakanın dediği gibi, “Hediye Türk geleneğidir.”
Hükümete tepki gösterenler, sokağa çıkanlar da vardı tabii. Ancak bazıları geri dönemedi. Berkin Elvan “kahramanlar” tarafından öldürülüyordu 2014’te. Başbakana göre, “Maalesef terör örgütünün maşası olmuş durumdaydı.” Ethem Sarısülük’ün katilinin cezası sekiz yılı bile bulmuyordu. Yatarını hiç söylemeyeyim. Ali İsmail Korkmaz’ın annesi duruşma salonunda sanıklara “Gözümün içine bakın” diye haykırıyordu. Bakamadılar. Sanıklardan biri yüzsüzce “Ayağım ağrıyordu, şiddetli tekme atamadım” dedi. Bizse zaten son tekmeyi unutmamıştık! Çarşı, topluca sindirilmeye çalışıldı. Ancak sanık savunmaları bile durumun saçmalığını göstermeye yetiyordu: “Darbeye gücümüz olsa Beşiktaş'ı şampiyon yapardık!”
Sadece içerideki değil, dışarıda “kahramanlar”a da hükümetin desteği sonsuzdu. Hatay ve Adana’da durdurulan ve “devlet sırrı” gerekçesiyle arattırılmayan, MİT’e ait silah ve mühimmat dolu tırlar, uluslararası hukukun nasıl çiğnendiğini açıkça gösteriyordu. Bir daha yaşanmasın diye, önce jandarma ve polisin sorumluluk alanları değiştirilerek transit karayollarında tüm yetki emniyete geçirildi. Ardından da MİT mensuplarının cezai sorumluluklarını kaldıracak, yargılanmalarını zorlaştıracak, dinlemeleri kolaylaştırılacak, MİT’i iktidarın özel örgütü yapacak MİT Kanunu değişikliği yapıldı. Açıklama basitti: “MİT sınırsız ama muğlak etkiden sınırlı ama berrak bir etkiye sahip olacak.”
Bunca yardım ile Katar ve ABD merkezli dış destek, kısa zamanda İŞİD’i doğuruyordu. Ancak sorun yok, iktidara göre, kafa kesen “İŞİD üyelerinin yüzde yirmisi Harvard mezunu”ydu. Ayrıca “IŞİD öldürüyor ama işkence yapmıyor”du. Bu açıklamaların yalan olması bir yana, sanki gerçek olsa İŞİD övünülecek bir şeyler yapıyordu. Birileri Ortadoğu batağına girmek için her şeyi yapmaya hazırdı: “Gerekirse Suriye'ye dört adam gönderirim. Türkiye'ye 8 füze attırıp savaş gerekçesi üretirim, Süleyman Şah Türbesi’ne de saldırtırız.” Süleyman Şah Türbesi’ne saldırtamadılar belki ama Musul Başkonsolosluğu’nun basılmasına izin verdiler. Sonra da yaklaşık dört katı İŞİD militanı karşılığında takas ettiler rehineleri: “Velev ki IŞİD'le bir takas yapıldı, ben vatandaşlarımın kurtarılmasına bakarım.”
Bu arada, ses kayıtları ortalığa döküldükçe başka bir hukuki dokunuş da zorunlu oluyordu: İnternet Yasası. TİB başkanının talimatıyla dört saat içinde siteye erişimin engellenmesi, interneti zapturapt altına almak için gerekliydi. Ancak yeterli olmadı. Yazılı ve görsel basından ses çıkaranlar için mahkemelerin verdiği yayın yasakları ile yol alınmaya çalışıldı. “Havuz medyası”nda ise sorun yoktu. Youtube ve Twitter’a erişim yasakları konulsa da, Anayasa Mahkemesi kararı ve ikili görüşmeler sonucunda yasaklar kaldırıldı.
Ülkede öyle hızlı bir ters yüz etme hali vardı ki, senelerin kemikleşmiş hâkim, savcı, polis ve bürokrat kadroları yüzler hatta binlerle ifade edilen sayılarla bir yerlere sürülüyor ya da görevden alınıyordu. Kadrolaşma öyle bir hale büründü ki, hayvanat bahçesi müdüründen TÜBİTAK’a müdür yardımcısı, PTT genel müdüründen ise Danıştay’a üye yaratıldı. HSYK Kanunu, arada nasibini alan bir diğer kanundu. HSYK’yı ele geçirmeden mahkemelerin ele geçirilmesi söz konusu olamazdı. Bu dönemdeki Adalet Komisyonu çalışmalarında Ömer Faruk Eminağaoğlu’na AKP milletvekili Zeyid Aslan’dan gelen uçan tekme, “hukukun üstünlüğü”nü simgeliyordu!
İktidarın, eski ortağı Cemaat’le arasının bozulması üzerine, yerine koyacak yeni bir ittifak ortağı arayışlarıyla tutukluluk süresi on yıldan beş yıla indiriliyor, özel yetkili mahkemeler ve onların yerine kurulan TMK’nın 10. maddesi ile görevli Bölge Ağır Ceza Mahkemeleri kaldırılıyor ve Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru yolu açılıyordu. Böylece bazılarının içlerinde milletvekillerinin de bulunduğu Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy, Askeri Casusluk, Oda TV, Şike, Gizli Belge, KCK davası sanıkları topluca tahliye oldu. Ardından tahliye olan milletvekilleri, yemin ederek göreve başladı. Ancak iktidara biat edilmemesi uzun adamı kızdırıyordu: “Türkiye'de bireysel başvuru hakkını kim getirdi, bizim iktidarımız getirdi. Şu anda çıkanların yani bireysel başvurudan çıkanların hiçbirinin AK Parti hükümetine teşekkürünü duymadım.”
17 Aralık Operasyonu sonrasında paçayı kurtarmak için can havliyle getirilen bazı “özgürlükler”; kadrolaşmaların, üst üste iki seçim kazanmanın ve ortamın “sakinleştirilmesinin” verdiği cesaretle daha bir yıl dolmadan geri alındı. Yapılan kanun değişikliği ile aramalar için aranan somut delile dayalı kuvvetli şüphe, makul şüphe seviyesine indirildi, dinleme ve teknik takip kolaylaştırıldı, el koymanın kapsamı genişletildi, avukatın dosya inceleme yetkisi daraltıldı. Sonrasında 17 Aralık’ın yıldönümünde, 14 Aralık’ta ise bu kez iktidar tarafından Cemaat’e operasyon başlatıldı. Polisin yetkilerini artıran İç Güvenlik Paketi de halen mecliste bekliyor.
2014 yılı boyunca iş cinayetleri de hız kesmedi. Maden kazaları, inşaat kazaları, tersane kazaları, işçileri taşıyan servis kazaları… İnsan hayatına değer vermeyen bir iktidarın/zihniyetin, kazaları önleyecek basit tedbirlerin alınmasını sağlaması haliyle mümkün değildi. Hatta “Tedbirlerdeki aşırılık Yüce Allah’a güveni sarsan bir davranış haline dönüşür” ve “Bunlar sürekli olan şeyler, bu işin fıtratında bu var” bile dendi. Yine bilmeyenler için maden ölümleri hakkında açıklama yapıldı: “Çok tatlı bir ölümdür.” Tabii iktidarın da hakkını yememek gerek, onlar da elinden geleni yaptı. Bakanı iki gün aynı gömleği giydi, müşaviri yakınlarını kaybedenleri tekmeledi. Başbakan bile boş durmadı, yumruk attı; çünkü “Bu ülkenin başbakanına yuh çekersen, tokadı yersin.” Tabii devlet baba, bir yandan döverken bir yandan da seviyordu. Gönül almak için, evladını maden kazasında kaybeden babanın delik plastik ayakkabıları yenisiyle değiştirildi cenaze sonrası. Ancak “Oğlum yüzme de bilmezdi, suyun içinde ne yaptı?” sorusuna kimse cevap veremedi.
Kadın cinayetleri, cinsel taciz, erkek şiddeti, çocuk gelin ve kadının aşağılanması bu yıl da artarak devam etti. “Kadın iffetli olacak, herkesin içinde kahkaha atmayacak”, “Kadın ile erkeği eşit konuma getiremezsiniz, o fıtrata terstir”, “Bu ülkede yıllarca bir doğum kontrolü ihaneti yaptılar” dendi. Çalışan kadın ise, “fuhuş değil ama fuhuşa hazırlık yapan sürece destek oluyor”du. Bu kafa yapısıyla bırakın korumasızları, koruma altındaki kadınlar bile cinayetlere kurban gitti.
Diğer taraftan eğitim sistemindeki dönüşüm de durmadan devam ediyordu: Her yere imam-hatip, ilkokula mescit, özel okula teşvik, beşinci sınıfa başörtüsü, okul müdürlerine tasfiye… “İsteseniz de istemeseniz de Osmanlıca öğretilecek” ve “Ben nasıl Marksist değilsem ama Marksizm’i biliyorsam, bir ateistin dahi din kültürü bilmesi zarurettir” sözleri eğitim sisteminin ne yöne yelken açtığını gösteriyordu. Ancak uzaklara yelken açan sadece eğitim sistemi değildi: “Amerika kıtasının 1492’de Kolomb tarafından keşfedildiği iddia edilir. Oysa Kolomb’dan 314 sene önce, 1178’de Müslüman denizciler Amerika kıtasına ulaşmıştır.”
Kent yağması ve çevre katliamlarında politika değişmedi. Recep Tayyip Erdoğan başbakanken Başbakanlık, cumhurbaşkanı olunca da Cumhurbaşkanlığı Sarayı haline getirilen “Ak”Saray’ın inşaatı yürütmenin durdurulması kararına rağmen devam ettirilip bitirildi. Böylece “Güçleri yetiyorsa yıksınlar. Yürütmeyi durdurdular, bu binayı durduramayacaklar. Açılışını da yapacağım, içine de girip oturacağım” açıklaması da gerçek oldu. Ancak TOKİ, “Maliyetinin açıklanması ülke ekonomi çıkarlarına zarar verir” gerekçesiyle sarayın maliyet bilgilerini paylaşmadı. Bu dönemde üçüncü köprü ve üçüncü havaalanı inşaatı için Kuzey Ormanları’nın katliamı devam etti. Toplamda iki milyon ağacın kesileceği belirtilen inşaat ve yol çalışmaları için endişelenenler, “Biz Türkiye’de 2002’den beri altı milyar ağaç dikmişiz” açıklamasıyla rahat bir nefes aldı! Yırca Köyü’ndeki köylüler ise ağaçların kesilmesiyle kurtulamadılar. Önce darp edildiler, kelepçelendiler, ardından bir günde 6000 zeytin ağaçlarının sökülmesini izlediler. Onlara bu muameleyi reva gören özel güvenlik çalışanları ise, yürütmeyi durdurma kararının sonrasında işten çıkarıldılar. Yine Validebağ Korusu sakinleri, “sahtekâr çevreci” oldukları cumhurbaşkanınca hemen anlaşılsa da (!), koruya yapılmaya çalışılan cami inşaatına karşı koymaya devam ettiler. Fikirtepe'de etrafı kazılan eviyle kentsel dönüşüme tek başına kafa tutan inatçı ev sahibi ile Edirne'de mahallesinin tek parkını yıktırmamak için kepçeye direnen Kıymet Teyze, her kuşun etinin yenmeyeceğini gösteriyordu.
2014 senesinde birçok hukuksal gelişme yaşandı. Recep Tayyip Erdoğan önce “Tatava yapma, bas geç” sloganına karşı yerel seçimleri, ardından da “Tıpış tıpış gideceksiniz” söylemine karşı cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanarak cumhurbaşkanı oldu. Belki de bunlara karşı değil de, bunlar sayesinde. Seçimlerdeki usulsüzlüklerden sadece biri olan elektrik kesintileri, “Espri yapmıyorum, trafoya kedi girdi” açıklamasıyla mantıki çerçeveye oturtuldu! Roboski’de 34 vatandaşın F-16’larla öldürülmesi dosyasında “kaçınılamayacak hata” gerekçesiyle takipsizlik kararı verildi. Kobani eylemleri sırasında onlarca vatandaş hayatını kaybetti. Pınar Selek hakkında tekrar bozulana kadar geçerli olmak üzere dördüncü kez beraat kararı verildi. Hrant Dink için hala adalet yerini bulmadı. Özelleştirmeler eliyle kamu kaynakları yağmalanmaya devam edildi. 16 yaşındaki liseli genç, cumhurbaşkanı hakaretten tutuklandı ve ertesi gün tepkiler nedeniyle tahliye oldu.
Doldur-boşalt sistemiyle yaratılan hukukun belli bir süreden sonra sürdürülebilir olamayacağı açık. Diğer yandan özgürlüklerin kısıtlanması, polis devletine geçiş ve baskıların artırılması da bu kırılgan yapıda ne halkın tepkisini azaltabiliyor ne de iktidara rahat hareket etme imkânı sağlıyor. Bırakalım yeni başbakan biz onu uyandırana kadar hayal âleminde yaşamaya devam etsin: “Açık söyleyeyim, rüyalarımda bazen Gazali ve Hegel ile tartıştığımı hatırlarım."