Molierac demiş ki, “Avukatlar tarih boyunca köle kullanmadılar ama hiçbir zaman efendileri de olmadı!” Bak bak, lafa bak. Neymiş efendim, köle kullanmamışlarmış da efendileri de olmamışmış. Çok affedersiniz ama b.k! Adam adam, Türkiye'ye gel de bir gör halimizi. Paris’ten ahkâm kesmeye benzemiyor o iş burada.
Çalıştığım bir şirkette hukuk müşavirinin yardımcılığını yaptığım zamanlar… Bir gün patron toplantıya çağırdı bizi. Bir dava açılmasını istiyor, hukuk müşaviri avukat da davanın kesin kaybedileceğini, haksız olduğumuzu anlatmaya çalışıyordu. Avukata hak vermemek imkânsızdı zaten. Yani davanın kaybedileceğini anlamak için, hukuk bilgisini kenara koydum, biraz mantık bile yeterliydi. Ancak patronu ikna etmek ne mümkün. Nuh diyor, peygamber demiyor adam.
Davayı açarsın, açmazsın, açarsın, açmazsın derken patron en son, “Paranı ben veriyorum ulan, ne konuşuyorsun? Aç diyorsam açacaksın davayı. Kaybedersem ben kaybedeceğim, sana ne oluyor?” dedi. Bizim avukatın fırçayı yedikten sonraki cevabı kısa ve özdü: “Peki efendim.” Bu kadar yani. Ne oldu tuzu kuru Molierac Efendi? Hani avukatların efendisi yoktu? Adam hem kendisinden efendi diye bahsettirdi hem de avukata ne istiyorsa yaptırdı işte.
Bunu geçtim, sonrasında ne oldu? Fırçayı yiyen hukuk müşaviri, gariban stajyeri çağırıp olur olmaz bir nedenle haşladı. Adam akıllı iş yapmalıymış da, işten kaytarmamalıymış da, aklını işe vermeliymiş de, yoksa kovulurmuş da. O da tuttu buna dedi. Aha bu da avukatın kölesi işte.
İşin kötüsü, bu anlattıklarımın aynılarını sadece şirket avukatlığı yaparken değil, hukuk bürosunda çalışırken de yaşadım. Bildiğiniz bir piramit kurmuşlar, öyle çalışıyorlar. En üstte patron avukat var; aşağıya doğru avukat, stajyer avukat, takip elemanı, sekreter diye gidiyor. Herkes herkesin efendisi, herkes herkesin kölesi... Kast sistemi gibi, sınıflar arasında geçiş yapmak da mümkün değil.
Hadi efendiliği, köleliği de bir kenara koydum; avukatların büyük bölümü için en azından işçi demek lazım. Ancak avukatlar işçilikten kaynaklanan yasal haklarını bile talep etmekten aciz durumda kalmışlar. Sigortaları gerçek maaşları üzerinden yatırılmıyor mesela. Müvekkil işçi için olsa bilmem kaç tane Yargıtay kararını ezbere sayıverirler, duruşma salonlarında bas bas bağırırlar hâlbuki. Haftanın altı günü, sabah dokuz, akşam sekiz çalışanların sayısı hiç de az değil. Sürekli fazla mesaiye kalmalarına rağmen bunlar ücrete yansımıyor. Kimsenin ise sesi çıkmıyor.
İnisiyatif kullanabilme bölümüne hiç değinmiyorum bile. Duruşma, haciz, keşif, tapu… Patron ne zaman nereye gidilmesini isterse, o zaman oraya gidiyor. Geç kalındığında, sorun çıktığında, iş bitmediğinde edilen hakaretler de işin bonusu. Patron hangi davaya bakmasını isterse, o davaya bakıyor. Tecavüzmüş, uyuşturucuymuş, ben bunu savunamam deme hakkı yok. Derse de kapının yerini biliyor zaten!
Patronun açtığı, baktığı davayı işçi avukat kaybederlerse sorumlu kendisi. Kendi açtığı, yürüttüğü davayı kazanırlarsa da, dava zaten kazanılacak davadır, “Sen ne yaptın ki?” Hukuk müşavirinin bütün uyarılarına rağmen açtığımız davayı yine de biz kaybettik mesela! Kazansak ne olacaktı? Vekâlet ücretinden alınacak sembolik de olsa bir payı ya da küçük bir primi geçtim, motive edici güzel bir söz dahi duymak mümkün değildi tabii ki!
Barolar bile, ki sözde avukatın haklarını savunacak meslek kuruluşları, avukatlar için asgari ücreti standart asgari ücretle neredeyse aynı gösteriyorlar. Senin değerin bu kadar, bundan fazla etmezsin demek istiyorlar herhalde. Bahsettikleri ücretle, iki ev arkadaşı bulmak, yediklerinizden biraz kısmak, bir de sosyal hayatı unutmak şartıyla gayet iyi yaşayabilirsiniz aslında!
Avukatlık, birilerinin hakkını savunma işi. Ancak sanırım işe önce kendimizden başlamamız gerekiyor. Kendi hakkını arayamayan bir avukat, başkasının hakkını nasıl savunabilir ki? Tabii bahsettiğim şey tek başına yel değirmenleriyle savaşmak değil. Her mecrada olduğu gibi avukatlıkta da örgütlü duruşun önemi ortada…