Biz avukatlar duruşmalara giderken genellikle yanımızda cübbe taşımayız. Adliyelerde bulunan baro odalarında 1 TL gibi cüzi bir ücret karşılığında cübbe kiralanıyor sonuçta. Hatta Anadolu’daki birçok şehirde cübbe için para bile vermek gerekmiyor. Ancak duruşmaların yoğun olduğu Salı ve Perşembe günleri İstanbul’da cübbe bulmak biraz sıkıntılı oluyor. Bazense neredeyse imkânsız...
Şubat ayının sonlarındaki bir Salı günü iki ayrı duruşma için Çağlayan Adliyesi’ndeyim. Plan basit: Paltoyu bırak, cübbeyi al, duruşmalara gir, cübbeyi bırak, paltoyu al, hadi eyvallah. Çağlayan Adliyesi’nde yirmi civarı baro odası var. O kadar baro odasının içinden cübbeyi nerden aldığımı, paltoyu nereye bıraktığımı nasıl hatırlayacağımı sorarsanız, o işi de çözmüşler. Her cübbenin arkasında baro odasının katı, bloğu ve cübbenin alındığı askının numarası yazıyor. Cübbeyle işiniz bitince, paltonuzu elinizle koymuş gibi buluyorsunuz yani. En azından teoride!
Eksi katlardan başladım, zemini geçtim, cübbe bulma umuduyla baro odalarına uğraya uğraya üst katlara doğru tırmanıyorum. Paltom da evcil köpek misali benimle geziyor. O gün beraber o kadar çok vakit geçirdik ki, paltoma bir isim bile verdim: Çiko. Ben nereye, Çiko oraya…
Katlardan birinde yine baro odasına girip, cübbe olup olmadığını sordum. Görevli arkadaş olmadığını, ancak birkaç dakika bekleyebilirsem mutlaka işi biten bir avukatların cübbesini geri getireceğini söyledi. “O kadar bekleriz canım, ne olacak” dedim, daha duruşmaya en az yarım saat var sonuçta. Gerçekten görevlinin söylediği gibi birkaç dakika içinde sırtında cübbeyle bir avukat geldi. Arkadaş, adamcağız cübbeyi çıkarırken, benim arkamda pusuda bekleyen dört avukat birden adamın üzerine saldırdı. Tam anlamıyla cübbeye susamışlar, gözleri dönmüş! Ben daha ne olduğunu anlayamadan içlerinden biri depara kalktı, cübbeyi kapıp kaçtı. Diğer üçü ise, cübbeyi kaptırmanın verdiği kızgınlıkla olacak, The Walking Dead’deki zombiler gibi üzerine çöküp yediler adamı. Ben son anda kaçıp canımı zor kurtardım valla. Gitti dağ gibi adam. Daha kazanacak ne davaları vardı oysa…
Bir üst kata çıktım, koridorda ağlayan genç bir avukat gördüm. Cübbe peşinde koştururken duruşmayı kaçırmış, “Ben şimdi çalıştığım şirkete ne diyeceğim?” diye söylenip duruyor. Önemli bir duruşmaymış belli ki. “Yahu” dedim, “aşağıda adam yediler, sen hala neyin derdindesin.” Biraz kendine gelir gibi oldu. Tabii, kızcağız da haklı bu arada. Hangi şirket yöneticisi inanır ki adliyede cübbe savaşları olduğuna? Çiko da bu duruma çok üzüldü.
Birkaç kat daha çıktım. Belki diyorum işi biten başka bir avukat yine cübbe getirir baro odasına, bu kez açıkgöz olup biz kaparız cübbeyi. Yahu bu sefer de ne gelen var ne giden. Sonradan anladım ki, çakal avukatlar baro odasının önünde pusu kurup cübbeleri kapıp gidiyorlarmış. El mahkûm ben de çıktım dışarı. Baktım yine bir avukat cübbesiyle geliyor, herkesten önce davranıp ona doğru koştum. Cübbeye hamle yapan diğer bir avukata kayarak müdahale ettim. Kırmızı kartlık bir hareketle tehlikeyi savuşturup, kaptım cübbeyi. Askı numarasına bakıp, baro odasına paltomu bıraktım. Ondan sonra doğru aşağıya, duruşma salonuna…
Cübbesiyle saatinden önce duruşma salonunun önüne gelen bir avukattan mutlusu yoktur şu hayatta. Avukat olmayanlara nasıl anlatılır ki bu durum? Motorun yaptığı dalga köpürtmesi, anlayamazsınız. Duruşma sıram yaklaşınca, cübbeyi giyeyim dedim. Ancak cübbeyi giymek ne mümkün. Düdük gibi kaldı üzerimde. Kolları dirseklerimin biraz üzerinde bitiyor, yakası sırtımda, önünü kapatmaya imkân yok. Hani seri sonu mağazasına gidip, %50 + %40 indirimin büyüsene kapılır ve M beden olmanıza rağmen XS bir elbise alırsınız, sonra da verdiğiniz paraya kıyamayıp içine girmeye çalışırsınız ya, işte cübbe de öyle durdu üzerimde. Neyse ne arkadaş, buna da şükretmek lazım.
Ben duruşma salonunun önünde beklerken yaşlıca bir teyze geldi yanıma. Ama yani epey bir yaşlı. Bağırmaya yakın yüksek bir ses tonuyla, “Teyze, yolunu mu kaybettin sen? Adliye burası” dedim. “Evladım ne bağırıyorsun, avukatım ben de” diye cevap verdi. Tövbe estağfurullah. Bir sonraki duruşmanın kendisine ait olduğunu, cübbe aradığını, ancak bulamadığını, katları dolaşacak hali kalmadığını, yorulduğunu anlattı. “İki dakikalığına cübbeni alabilir miyim?” diye sorunca reddedemedim tabii. “Ne demek teyzeciğim” dedim, hemen çıkarıp verdim cübbeyi. Külkedisi’nin ayakkabısı gibi, cuk diye de oturdu üzerine. “Cübbe de tam bana göreymiş” deyip göz kırptı. Ulan, teyze öyle deyince kıllanıp, alsana cübbeyi geri, değil mi?
Teyze içeri girdi, ben dışarıda bekliyorum. Beş dakika, on dakika, teyze çıkmıyor. İçimden “Sen Gelmez Oldun”u söylemeye başladım. En son dayanamadım bir içeri bakayım dedim. Tatatatam, teyze yok içeride! Belki tekrar ortaya çıkar umuduyla, “Hokus pokus” dedim, “Adrakadabra” diye bağırdım, nazar duası okudum; ancak hiçbiri fayda etmedi. Meğer teyze kapmış, kaçmış bizim cübbeyi. Yetmiş yaşlarında, 1.50 boylarında, kumral, gözlüklü bir teyze tarafından kandırıldım, soyuldum, iğfal edildim. Açık açık yazıyorum ki, ben yandım, başkaları yanmasın. Bundan sonra da bir teyze benden cübbe isterse yemin ediyorum uyuyor numarası yapacağım.
Cübbeyi kaptırınca, bu sefer de ben başladım cübbe dilenmeye. Duruşma başladı, başlayacak. Gidip meslektaşlardan cübbe istiyorum, kimse vermiyor. İnsanlık ölmüş be! Herkesin ayrı bir mazereti var. Hele birisi dedi ki, “Cübbe benim.” Öyle bir söylüyor ki, sanırsınız yeni aldığı Ferrari’sinden bahsediyor haspam. Cübbe len bu, cübbe. İki dakika giyip vereceğiz zaten, yedik sanki cübbeni.
Neyse, sora sora yufka yürekli bir avukat buldum da, acıyıp cübbesini verdi. Duruşmaya girdim, çıktım, etrafa bakındım, bizim avukat piyasada yok. Benim bir duruşma daha var tabii. Cübbe peşinde koşmaktansa bu cübbeyi alıp gideyim bari dedim. Günahı da yaşlı teyzeye yazılır zaten, her şeyi o başlattı sonuçta. Ben tam alt kata inmek için merdivenlere doğru hamle yaparken bir el yakaladı omzumu, “Üstad nereye?” diye sordu. Yakalandık iyi mi! Sanırsınız Bisiklet Hırsızları filmini adliyede yeni bir formatta tekrar çekiyoruz: Cübbe Hırsızları. “Bir arkadaşa bakıp çıkacaktım” dedim, yemedi. Cübbeyi alıp, gitti.
Ben yine başladım katları dolaşmaya. Artık dördüncü katta mı, beşinci katta mı ne, güç bela bir cübbe daha buldum. Koştura koştura duruşmaya girdim. Çıkışta baro odasına cübbeyi geri bıraktım. “Palto vardı bir de” dedim, palto da verdiler. Buraya kadar her şey normal. Sonra paltoyu giyme kalktım, olmadı üzerime. Haydaa… Ceketini çaldıran Züğürt Ağa gibi koridorda koşturuyorum: “Bu palto benim değildir. Paltomu gören var mı? Sen gördün mü kurban, bu palto benim değildir. Paltooo…” Sonra jeton düştü tabii. Paltomu bıraktığım baro odasının ve askının bilgilerinin yazılı olduğu cübbeyi yaşlı teyzeye kaptırmıştım. Ah teyze ah! Yetmiş yaşlarında, 1.50 boylarında, kumral, gözlüklü…
Başladım tek tek baro odalarını dolaşmaya. Hepsi de birbirinin aynısı. Girip paltolara bakıyorum, her yüz paltonun doksanı benimki gibi siyah. Çiko nerdesin? Elleye elleye, markasına, yakasına, boyuna baka baka paltomu arıyorum. Aynı fıkradaki gibi halim: “Bu değil, bu değil, bu da değil, bu zaten bizim köyden değil…”
Saatlerce paltomu aradım, bulamadım. Millet de ben paltoların arasında dolandıkça kıllanıyor haliyle. Baktım olmayacak, herkes kendi paltosunu alınca benimki açıkta kalır nasıl olsa diye düşünüp, ertesi sabah erkenden tekrar gelmeye karar verdim. Düşündüğüm gibi de oldu, bir günlük gecikmeyle paltoma kavuştum. Ancak bu arada, Gogol’un Palto hikâyesindeki kahraman Akakiy Akakiyeviç gibi hayalet olarak geceleri adliyede görüldüğüm ve insanların paltolarını aldığıma dair söylentiler çıkmış. Söylentileri biraz abartılı buldum. En azından hayalet kısmını…