top of page
OZAN GÜLHAN

Bir günde 60 kilo nasıl alınır?

Bundan seneler önce, bir müvekkilimiz Çorum’daki bir şirketle iş yapmış; fakat parasını alamamıştı. Görüşmeler sonuç vermeyip, meblağ da ufak olmayınca icra takibi başlatmak için Çorum’a gitmek zorunda kaldım. Zaten o yıllar, iş nedeniyle sık sık şehir dışına çıktığım yıllardı. İşe iyi yanından bakmaya çalışıp, gittiğim yerlerde tarihi mekânları gezerek ve yöresel yemekler yiyerek ödüllendiriyordum kendimi. Bunlar, biraz da olsa motivasyon sağlıyordu bu yoğun koşuşturmanın içinde.


Çorum’a vardığımda adliyeye gitmek için bir taksiye atladım hemen. Daha adliyeye varıp işe başlamadan, öğlen neler yiyebileceğim konusunda araştırmalara girişmiştim bile. Taksiciyle birkaç dakikada memleketi kurtardıktan sonra muhabbeti yemeğe getirdim. Merak içinde “Çorum’un yöresel yemeği nedir?” diye sordum taksiciye. Bilirkişi edasıyla, “Bursa iskenderdir” cevabını verdi. Bursa iskender! Allah allah. “Yahu” dedim, “o sakın Bursa’nın yöresel yemeği olmasın?” Değilmiş! Arkadaş, adam Nuh diyor, peygamber demiyor. İlla da Çorum’un yemeğiymiş Bursa İskender. Öyle bir ısrarcı ki, sanırsınız ek iş olarak dönercilik yapıyor akşamları. Adliyeye varana kadar beni Bursa iskenderin Çorum’un en önemli yöresel yemeği olduğu konusunda ikna etmeye çalıştı durdu. Neyse ki olmadım.


Adliyedeki işlerimi hallettikten sonra, çıkmadan bir de şansımı orada denemek istedim. Benim İstanbul’dan geldiğimi öğrenen icra memurları, sağ olsunlar öğle yemeğini beraber yemeyi teklif ettiler. Bildikleri güzel bir restoran varmış dediklerine göre. Zaten öğle saati yaklaştığından ben de kabul ettim. Gerçekten söyledikleri gibi güzel bir restorana götürdüler beni. Ben Hitit pilavı, Hattuşaş kebabı falan beklerken, zorla Çorum’un en ünlü yöresel yemeği olan Bursa iskenderi yedirdiler bana. Şaka gibi!



İki hafta kadar sonra, tebligatlarla ilgili bir sorun çıkınca tekrar Çorum’a gitmek zorunda kaldım. Yine sordum soruşturdum ama bu sefer Bursa iskender yerine gerçekten Çorum’un yöresel yemeklerinden tatma konusunda ısrarcı oldum. Sen misin isteyen, alıp leblebiciye götürdüler beni bu sefer de. Al sana yöresel tat! Ancak leblebici dediysem, öyle ufak tefek bir yer değil ha. Envai çeşit leblebinin bulunduğu kocaman bir dükkân. Çingene pembesinden gece mavisine, çikolatalısından acı biberlisine her tür leblebi var. Ondan da tat, bundan da tat derken bir kilo civarı leblebi yedirdiler. İstanbul’a dönünce affedersiniz bir hafta s.çamadım!

İcra takibi ile ilgili bütün sorunlar hallolup, takip kesinleştikten sonra, haciz işlemi için üçüncü ve son Çorum seferine çıktım. Ancak bu sefer hazırlıklıydım. Yola çıkmadan önce İstanbul’da tanıştığım Çorumlu bir avukattan gerekli tüyoları aldım. Bana Çorum’da gerçekten yöresel yemek yiyebileceğim birkaç yerin ismini verdi, bir de güzel tarif etti.


Çorum’a varır varmaz, ilk iş gidip haciz masraflarını yatırdım. Memur, saat 13.30’da hacze çıkacağımızdan, o saatte hazır bulunmamı istedi. Biraz dolandıktan sonra öğlene doğru Kâtipler Konağı isimli restoranın yolunu tuttum. Boş bir masaya oturdum, oturduğum anda da garson geldi. “Ben” dedim, “yöresel yemeklerinizden tatmak istiyorum.” Bunu “Törkiş kebab coog guusel, baklava coog guusel” tadında söyleyince, garson Çorumlu olmadığımı hemen anladı tabii. Ben mümkünse azar azar da olsa birkaç yemekten tatmak istediğimi anlattım. Çok anlayışlı bir şekilde bir menü hazırlayıp, ortaya her şeyden biraz getirmeyi teklif etti. “Little little into the middle” yani. Harika.

Aradan on beş dakika geçti geçmedi, garson masayı öyle bir donattı ki, ağzım açık kaldı. Çorbalar, su börekleri, turşular, zeytinyağlılar, etli pilavlar, yok yok... Şunu sağa çekelim, şunu ortaya alalım, şunu buradan kaldıralım derken dört kişilik masada su bardağına bile zor yer bulabildik. Yemekler o kadar lezzetliydi ki, benim gibi ağır yiyen bir adam bile yirmi dakikada tüm masayı sildi süpürdü. Tabakta bir şey bıraksam arkamdan ağlar, bense arkamda gözü yaşlı kimseyi bırakmamayı prensip edinmişim. Artık nasıl dip sıyırıyorsam, sahanlar delindi, tabaklar inceldi. Ağzımda bakır ile porselen karışımı bir tat. İyice doymanın verdiği fiziksel değişiklikle sıkan kemerimi bir kademe gevşettim.

Ben hesabı isteyip kalkmayı planlarken garson geldi tekrar. Yemeklerin çok lezzetli olduğunu, aşçılarını tebrik ettiğimi söyledim. Karşılığında, “Umarım ana yemekleri de beğenirsiniz” cevabını aldım. Ulan, o yediklerim meğer sadece ara sıcaklarmış. Boş tabakları kaldırıp öyle bir masa döşedi ki, diğerinin iki katı. Hatta bazı yerlere sığmadı da tabaklarla kaçak kat çıktı. Etler, sebzeler, dolmalar, mantılar... Tekrar başladım yemeğe. Yahu bir de lezzetli, insan bırakamıyor. Ben yiyorum, karın şişiyor; ben yiyorum, karın şişiyor. Kemeri çıkardım, pantolonun düğmesini falan açtım ama nafile. “Atılmasın günah” mantığıyla yetiştirilen birisi olarak çatlamaya ramak kala, hiçbir şey bırakmaksızın kalkmaya hazır hale geldim.

“Öldüm anam” nidalarıyla yemeğimi bitirdikten sonra iki dakika tuvalete gideyim, elimi yüzümü yıkayayım dedim. Arkadaş bir geri döndüm, garson boşları toplamış, masayı meyve ve tatlılarla doldurmuş. Ben otururken arkadan bir de hala “Yöresel, yöresel” diyor. Garson bildiğiniz Hansel ve Gratel’deki yaşlı cadı gibi yedirdikçe yediriyor.


Başladım tatlıdan. Bir baklava yapmışlar, yemeyeni döverler. Ardından meyveler. Atılmasın Ozan, günahı var. Oldum dokuz aylık. Öyle hunharca yiyorum ki, Canan Karatay görse, “Bu hayat çok anlamsız” deyip ağlar, kendini pencereden aşağıya atar. Kemer, düğme falan kifayetsiz kalınca fermuarı da açtım. Ancak yedikçe sıcak basıyor. Dayanamayıp ceketi de çıkardım, fırlattım attım. Bildiğiniz Tutti Frutti’deki gibi uluorta soyunuyorum. İçimden “Vicdansız garson” diyorum, “nerde kaldı little little?” Senin yaptığını Çorumlu yapmaz diye boşuna demiyorlarmış! Bir günde altmış kilo aldırdı bana adamlar.


En sonunda hesabı istedim, parayı ödedim, fakat kalkamıyorum yerimden. Bir iki deneme daha yaptım, imkânı yok. Çay verdiler, soda ikram ettiler ama ben içtikçe kalan boşluklar da doldu, daha da ağırlaştım. Diğer garson geldi, dedi “Yürüsün yakar abi.” Ulan nereye yürüyeyim. Girdiler koluma, bir tur attırdılar ama bıraktıkları yerde patates çuvalı gibi kaldım yine. Biraz sonra herkes başıma toplandı. Biri diyor “dinelsin”, hop ayağa kaldırıyorlar. Öbürü diyor “çömelsin”, hop yerdeyim. “Hava alsın, hava” diyerek pencereden sarkıtıyorlar, “Su açar asıl, su” deyip kafamı musluğun altına sokuyorlar. Ne yapsak nafile.


Baktım haciz saati geliyor, dedim “Yardım edin, adliyeye yetiştirin bari beni.” İndik aşağıya, taksi yok piyasada. Kollarımda iki adam saat kulesine doğru sürüye sürüye götürdüler. Ardından güç bela adliyeye vardım. Hacze çıktık, fakat araçtan bile inemedim. Sonradan dosyayı tahsil ettik ama. Şimdi düşünüyorum da iyi yedim o gün ha, güzel yedim. Yalnız bayağı iyi yedim ha, ama iyi yedim. Fakat ne yedim be, kabul edelim güzel yedim…


Not: Bu yazı, “Bir günde 60 kilo vermek istemez misiniz?” isimli yazısında fotokopi peşinde İzmir Adliyesi’nin merdivenlerinde gide gele 4,5 kiloya düştüğünü öğrendiğim Av. Erdem Oktar’ın derdine çare olmak, bir yol göstermek için yazılmıştır.


80 görüntüleme
bottom of page