top of page
OZAN GÜLHAN

Hayal kırıklığı

Hâlbuki hukuk fakültesine ne hayallerle başlamıştım. Hep o Amerikan filmlerinin yüzünden işte. Ne beklentilerim vardı. Gözlerimi bir kapatıyordum; kocaman bir duruşma salonda, yüzlerce izleyicinin önündeyim. Bir başlıyorum konuşmaya, durdurabilene aşkolsun. Böyle ellerimle bir hareketler yapıyorum, suratıma ilginç ifadeler veriyorum. Arada sen de kimsin gibilerinden yaklaşıp dirseğimi hâkimin kürsüsüne dayıyorum.


“Bay Turner” diyorum kürsüdeki tanığa, “işte şimdi kendinizi ele verdiniz.” Yakaladığım çelişkiden bir başlayıp, mahvediyorum adamı. Sonra dönüp müvekkilimle göz göze geliyorum. Önemli bir bilgi için beni yanına çağırıyor. Mesafe uzun tabii, yanına gidebilmek için bir 10-15 metre yürüyorum. Aldığım önemli bilgiyle yeni bir saldırı başlatıyorum. Tanığı karşı tarafa bırakırken işin çoğunu bitirmiş olmanın rahatlığını taşıyorum.


Yerimde otururken bile etkinliğim devam ediyor. “İtiraz ediyorum” diyorum, “tanığı yönlendirmeye çalışıyor.” Sonra yine itiraz ediyorum, “Bu soruların olayımızla bir ilgisi bulunmuyor.” Yargıç hak veriyor, karşı tarafı uyarıyor. Sonra çıkıp bir kapanış konuşması yapıyorum, sanırsınız Robespierre konuşuyor. Bir felsefi altyapı, bir sosyo-ekonomik derinlik. Oradan konuyu olaya bağlıyorum. Herkes kafasını sallayarak hak veriyor. Öyle sallayanlar var ki, en az beş kişide boyun çıkığı oluyor. Ve aynı gün kararı alıyorum: Sanığın beraatine!..


Üniversite yıllarında uygulamadan kopuk eğitim sistemimiz de bu illüzyonu devam ettirdi. Tabii her şeyin Amerikan filmlerinde gördüğümüz gibi olduğunu düşünecek kadar da naif değildim. Yoksa Rambo da tek başına dünyayı yeniyordu. Ancak üniversitede okurken bir halt yedim, tutup İngiltere’ye gittim. Nedense bir merakla Türkiye’de yapmadığım işi orada yapıp, adliyeyi ziyaret ettim. Tarihi bir bina, kocaman duruşma salonları, özel şoförleriyle adliyeye gelen şık avukatlar, peruklu hâkimler, adalete güven... Bildiğiniz duvarlardan saygınlık akıyor. Hukuk öğrencisi olduğumu söyleyince bile hürmet görüp, buyur edildim. Bir ticari davaya girdim, avukatlar iki saat boyunca susmadan konuştular. Hâkime baktım, ne zaman “Yeter ulan yeter, sabahtan beri car car. Kafa oğlum bu da, kafa” diyecek diye. Demedi, aksine tek celsede kararını verip davayı bitirdi. Yoksa filmler gerçek miydi?



Sonra üniversite bitti, staj başladı. Handan bozma Kadıköy Adliyesi’nde ilk defa bir duruşmaya girdim ki içler acısı. Avuç içi kadar duruşma salonunda benimle beraber gariban diğer bir stajyer avukatı köşeye diktiler. Duruşma, mübaşirin anlayamadığım bir dilde böğürmesiyle başladı. İki avukat, müvekkilleriyle birlikte haldur huldur içeriye girdi. İzleyici falan hak getire. Yer yok, sandalye bile masa başına bir tane. Davacı ve davalı asiller ayakta bekliyor. Yokluk yılları, bildiğiniz sandalyeyi karneyle veriyorlar. “İşte biz bu adliyeyi zorluklar içinde böyle kurduk yavrularım” diyecek amcayı bekledim ama gelmedi.


Avukatlardan biri çok genç ve tahminen ilk duruşmasına giriyordu. Güvensiz, tedirgin, heyecanlı. Mübaşir bunun elindeki yetki belgesini görünce tek kelime etmeden çekip aldı ve hâkime verdi. Zaten hâkimden başka kimsenin de konuşmaya hakkı yok gibiydi. Hâkim yetki belgesine şöyle yalandan bir bakıp, kâtiple konuşmaya başladı: “Şimdi davacı vekili yazalım. Evet. Önceki beyanlarımızı tekrar ediyoruz, eksiklikler tamamlansın dedi. Evet.” Çocukluğuma dönüp, “Onu ben deseydim bari yaa” diye ağladığım, hadi onu dedirtmediniz, “Düğmeye ben basayım o zaman” diye zırladığım günler geldi aklıma. Yahu avukat diyeydi onları bari. Ulan ne hayallerim vardı benim insafsızlar.


Garibim avukat birkaç konuşma denemesinde bulundu: “Efendim biz... Dosyada... Geçen celse... Davalı taraf...” Ancak hâkim her seferinde suratına bile bakmadan eliyle “dur” işareti yaparak susturdu bunu. Duruşma boyunca hiç göz göze de gelemediler zaten.


Diğer tarafın yaşlı avukatı ise senelerin verdiği deneyimle iyice kanıksamış durumu. Bırakın konuşma denemesini, ses bile çıkarmıyordu. Avukat değil de, cansız manken Vahe sanki. Arada bir hırıltı gelir gibi oldu ama hemen toparladı kendisini. Mahkemeye saygısızlığa gerek yoktu sonuçta. Bırakın o yarım saatlik konuşmaları, itiraz edebilecek tek bir şey bile olmadı duruşma boyunca.


Duruşma boyunca dediğim de, hepsi toplamda 2-3 dakika sürdü. 2-3 dakika diyorum bak, bizim genç avukatın kolunu bulup, cübbeyi giymesi bile daha uzun sürmüştü. Bir de ortama ayak uydursun diye yahşi bir kâtip bulmuşlar ki, ışık hızıyla yazıyor. Hâkim, “Şunu da ilave edelim” diyor ama o çoktan etmiş bile! Arkadaş, zaten bir günde yüz tane duruşma başka nasıl bitecek. Daha avukatlar duruşma zabtını beklerken mübaşir bir sonraki duruşmanın taraflarını içeri doldurmuştu bile.


Her şey bitti, duruşma salonunu terk etme safhasına geçildi. Yaşlı avukat sandalyeyi kenara çekerken, sandalye “garç” diye bir ses çıkardı. İşte herkes dönüp sandalyeye baktı o an. Hâkim hemen müdahil olup, mübaşire sandalyenin ayağının altına bir parça kumaş yapıştırmasını tembih etti. O an anladım ki, sandalyenin sol ön bacağı bile duruşma salonunda avukattan daha etkin bir konumda. Avukatlardan daha çok konuşuyor, sözü daha çok dinleniyor ve talepleri anında yerine getiriliyor.


Sadece hâkim ile mübaşir değil, memurundan çaycısına o adliyede kimse sevmiyordu avukatları. İşi görülmesin diye ne gerekiyorsa yapıyorlardı. Sarı p.ç Joffrey bile daha çok seviliyor yemin ediyorum. “Ben zaten her acının tiryakisi olmuşum” çalıyor arka fonda mütemadiyen.


İşte o gün, “Hemen bir günde karar verme Ozan” dedim kendi kendime. Dünyanın en saygın mesleklerinden birini bir günlük hayal kırıklığıyla bırakmak olmaz. Sonra ne mi oldu? Avukatları adliye içinde sürükleyip, adliye dışında coplamaya başladılar mesela. O ara biraz hareket geldi mesleğe! Zaten dinlenilmiyorduk ama yazdıklarımızın da pek kâle alınmadığını zaman içinde anladım. Kısaca, zamanla şükela oldu her şey, hayal kırıklığı kemikleşti. Herkes her şeyi biliyor ama yine de kime sorsanız; sevinçliyiz hepimiz, yaşasın mesleğimiz!..

117 görüntüleme
bottom of page