Büroda işe güce dalıp öğlen yemeği yemediğimi fark ettim. Saat olmuş 15:30… Pencereyi açtım, dışarıda delikanlı bir bahar. Acıkmışım çıldırasıya. Birkaç saat sonra mühim bir müvekkil namzedi gelecek. O gelene kadar güzelce yemeğimi yiyeyim, kafam beynim bir yerine gelsin, görüşmemi yapayım, evime yollanayım diye mutlu mesut hayaller peşindeyim.
Büronun karşısındaki mekânlardan birine güzelce oturdum, keyfini çıkara çıkara yemeğimi yedim. Saate baktım, müvekkil adayının gelmesine bir saat falan kalmış. Büroya geldim, ceplerimi yokladım, anahtar yok. Yahu nasıl olur? Aradım, taradım, pantolonun arka ceplerine varana kadar baktım ama anahtar yok. Sanki sigara paketiymiş gibi çoraba bile baktım ama vallahi yok. Sırtımdan bir ter boşandı. Zira anahtarın yedeği evde, ev de ta şeyin şeyinde… Orada işte canım. Çok uzak… Kamusal alandayız küfredemedim, anlayın işte…
Aklıma öğrencilik zamanlarında yine böyle kapıda kaldığımızda kartla, kimlikle falan açtığımız kapılar geldi. Ben gerçi pek beceremezdim ama baka baka öğrendim. En işe yaramayan, kırılsa da umurumda olmayacak bir bankamatik kartını çıkartıp kilide yakın bir noktadan kapının aralığına soktum. Bir yukarı bir aşağı indirip kaldırıyorum kartı. Hırsız gibiyim yemin ederim. Bizim kata gelen giden oluyor, göz göze geliyoruz, yüzümde hafif bir tebessümle büroyu soymak için gelmediğimi, kendi büroma girmeye çalıştığımı hızlıca anlatıp kartı mehteran takımı lideri gibi yukarı aşağı sallamaya devam ediyorum. Ama yok. Allahın belası kapı ya çok güvenlikli yapılmış ya da yine ben beceremedim. Açamadıkça hırslandım, hırslandıkça terledim, 15 dakika sonunda kan ter içinde kendimi sokağa attım.
Kararım kesin. Eve gideceğim, yedek anahtarı alıp büroya girecek ve görüşmemi yapacağım. Hızlı bir yolculukla eve vardım. Gelgelelim yine kapıda kaldım. Zira evin anahtarlarını da büroda unutmuş olduğumu unutmuş bulunmaktayım. Duble duble unutuyorum. Yine hızla eşimin işyerine gidip ondaki anahtarları aldım, eve girdim, büronun yedek anahtarını aldım, hazır gözüme ilişmişken çöpü de çıkardım, eşimin işyerine anahtarlarını teslim etmeye doğru yola koyuldum. İşgüzar herif! Bırak bu seferlik çöp evde kalsın, akşam atarsın zaten değil mi? Yok. Onca hırgürün içinde çöpü atayım derken, büronun yedek anahtarını da poşetle birlikte çöp tenekesine yollayıverdim. Delireceğim. Çığlık atacağım, atamıyorum. Şöyle hafif yükselerek, azıcık da zıplayarak nereye düştüğüne bakındım, bereket tepelerdeki bir çöpün üstünde kalmış. Nefesimi tutup çöpe daldım ve anahtarı aldım. Eşimin işyerine geldiğimde yine kan ter içindeydim ve sanırım biraz da çöp kokuyordum. Halimi gören sevdiceğim, çantasından bir lolipop çıkarıp verdi. Kan şekerime iyi gelirmiş, bir ara yiyeyimmiş. Ben yiyeceğimi yedim kuzum. Aaah ah…
Bir elde lolipop, diğer elde çöplü anahtarla hızla büroya geri döndüm. Büyük bir umutla anahtarı kapıya soktum ama nafile. Bırak dönmeyi, girmiyor bile… Şaka mı bu? Birileri beni mi sınıyor? Kamera nerede? Nereye el sallıyoruz? Eğer maksat beni delirtmekse, şu an itibariyle başardınız. Haydi bırakın şu kötü şakayı ve anahtarı verin. Ama yok. O kadar yolu, çöpü, kan teri şehrin bir ucundaki evimden yanlış anahtarı alıp gelmek için çekmişim haberim yok. Sinirimden kapıya kafa atmayı düşünüyorum ama kapı çelik. Kale kapısı mübarek. Bir elimde yanlış anahtar, diğer elimde lolipop, kapının önüne yığılıyorum. Gayrı ben iflah olmam. Benim buradan artık ölüm çıkar a dostlar…
Tam kendimi yere bıraktığımda duyduğum ses dikkatimi çekiyor. Nasıl yahu? Ceketimin iç cebini yokladığımda bütün anahtarların kuzu gibi cebimde durduğunu fark ediyorum. Kendime ettiğim küfürler üzerine suç duyurusunda bulunsam, kazanacağım tazminatlarla kendi kendimin ocağına incir ağacı dikerim, o derece ‘özeleştiri’ veriyorum. Öyle öz eleştiriyorum ki kendimi, birileri araya girmezse kavga çıkacak.
Kapıyı açıp içeri girdim. Üstümü başımı yıkadım, olabildiğince temizlendim. Lolipopumu da yedim, kan şekerimi dengeledim. Uğruna bu kadar koşturduğum müvekkil adayı mı? Gelmedi. Evet, gelmedi… Üstüme varmayın… Gelmedi…