Elde bavul nizamiyeden içeriye girdim. Güzelce arandım. Hiç sesimi çıkarmadım. Çünkü ben artık avukat değil, askerdim. Sonra kaydımın yapılması için nizamiyedeki komutanın yanına gittim. Üstümde tişört, altımda kot karşısına dikildim. Birliğime neden geç katıldığımla ilgili yüksek ses tonuyla bir ‘sohbete’ maruz kaldım.
- Neden geç katıldın!
+ Rahatsızdım, raporluydum komutanım!
- Hey allahım ya. Böyle geç geliyorlar ya sinir oluyorum! Adın ne!
+ Erdem Oktar komutanım.
- Ne iş yaparsın sen!
+ Avukatım komutanım.
- Vay. İyi bakalım.
Usta birliği, acemilik gibi değil. Benden daha önce askere gelmiş olan erat, her şeyi biliyor. Komutanın huyunu, yemeğin yağını, ormanın içini, koğuşun güzel yerini. Ben hiçbir şey bilmiyorum. Mal gibi sağa sola bakıyorum. Biri parmağıyla işaret ederek, ‘Aha şunlar senin devrelerin’ diye gösteriyor. Canım devrelerim. Koşuyorlar. Bağırarak koşuyorlar. Ben, üzerimde sivil kıyafetlerle onlara bakıyorum. Çok güzel bağırıyorlar. Canlarım. Hayatın boyunca hiç görmediğin insanlarla sırf senin devren olduğun için aniden ve aşırı yakınlaşıyorsun. Orası öyle bir yer.
Benden kıdemli erler beni koğuşuma götürdüler. Canım koğuşum. Onca öğrenci evi gezdim, yaşadım ben böyle esans görmedim. Sevgili koğuşum. Bir yatak, bir dolap gösterdiler. Kamuflajımı giydim, 45 numara postallarımı çektim (benim ayaklar 41), kepimin üzerine sigara jelatinini yakmak suretiyle elde ettiğim yapışkanı sürüp neftemi yapıştırdım. Evet, nereye koşuyoruz? Kaç desibel bağırıyoruz? Hazırım!
Artık olay ciddi. Görev yerlerimize ayrılıyoruz. İp gibi dizilmişiz, kimin nerede çalışacağı okunuyor. Futbol maçından önce yapılan aldım-verdim gibi. İsmi okunan yeni komutanının arkasına geçiyor. İki ihtimal var: Ya yazıcı olacağım ya da fizik güce dayalı bir ekipte yer alacağım. İkinci ekipteki arkadaşların her biri askerlik bittiğinde Arnold Schwarzenegger gibi olmuştu. Ben, nizamiye girişinde benimle hoş bir sohbet gerçekleştiren komutanın yazıcısı oldum. Oğlum Erdem, ayvayı yedin.
Ama hiç de öyle olmadı. Aramız düzeldi, ilişkiler iyileşti. Evrak işlerinin biriktiği yönünde yaygın bir panik vardı. ‘Neymiş bunlar’ derken, sivil hayatta bir günde yapılan evrak işinin oranın aman aman yığılmış işi olduğunu fark ettim. Bir günde bütün birikti denilen işleri temizledim. Böyle askere can kurban. Tertemiz iş yapıyorum, her şey yolunda… Komutan memnun, ben memnun. Tam askerliğe alıştım derken bir anda yaşanan yabancılaşmaları saymazsak sorun yok gibi…
Konuyu kavramakta zorlanan tek kişi ben değilim elbette. İçtima, askerliğin en mühim hususlarından biri. Sabah, öğlen, akşam, yatarken falan hep sayım yapılıyor. İçtima çok önemli. Şimdi eşim olan sevdiceğimle telefonda konuşurken sohbetlerimiz sık sık ‘Bölüğğğk içtimağğğğ’ haykırışıyla kesilirdi. Bir değil on değil… En sonunda sevdiceğimin ‘Ay bu ne be! Her gün her gün içtima!’ tepkisi sanırım durumu özetlemeye yeter. Askerlik biteli kaç sene oldu, hâlâ aklıma geldikçe gülüyorum.
Her neyse… Görev yerlerimize ayrıldıktan sonra kendimi bir anda askeri bir büroda buldum. Her tarafım kağıt, evrak, emir. Yazıyorum da yazıyorum. Nöbete gidip gelmek haricinde hiçbir silahlı külahlı aktivitem yok. Hiç durmadan yazıyorum. Disiplin suçlarıyla ilgili tutanaklar tutuyorum. Yaz diyorlar yazıyorum. Tutanak delisi oldum. Öyle gaza geliyorum ki, çarşı izninden geç döndüğüm için kendi kendime bile tutanak tutuyorum. Kendi kendimin bir sonraki çarşımı kilitledim Kanun, her şeyden üstün gelir. Çarşıdan geç geldim ha! Al bana tutanak. Otomatiğe bağlıyorum. Herkesin tutanağını ben yazıyorum. Komutan emrediyor, ben yazıyorum. Ama sanki ben inisiyatif kullanabilirmişim de kullanmamışım gibi darılanlar da olmuyor değil. Yahu ‘devrem’ ben kendi kendime tutanak tutmuş adamım, sen ne diyorsun? Mühimmat Onbaşılıktan Tutanak Onbaşılığa geçiş yaptım.
Bir dönem boşlukta sallandım. Bir yandan askerim, diğer yandan sivilde karşılaştığım sorularla muhatabım. Mesai saatleri içerisinde; ‘İcra takibi gelmiş ne yapalım? Nafakayı ödemedik başımıza bir şey gelir mi? Araca yakalatma nasıl konuluyor?’ şeklinde sorulara otomatik yanıtlar veriyorum. Akşam ise devrelerim hariç en tipik CMK müvekkili profilleriyle aynı koğuştayım. Telefonda arkadaşlara koğuş arkadaşlarımı anlattığımda ‘Oğlum sen meslekten dolayı alışıksın, nesini dert ediyorsun’ yanıtını alınca biraz sinirleniyorum. Arkadaş ben bu tip insanlarla karakolda, mahkemede falan karşılaşıyordum. Ama hiçbiriyle daha önce yan yana yatmadım. Adamların ağır cezalık, asliye cezalık ne işleri varsa yapıştırıyorum cevapları. Koğuştaki herkesin her ceza hukuku sorununu çözmem yaklaşık bir ayımı alıyor. Usta birliğine ilk katıldığımda ‘aga, dayı, poşet’ şeklindeki hitaplar, bir ay sonra ‘abey, avkat abey, avkat, poşet abey’ şekline dönüşüyor.
Dedim ya, avukat mıyım tutanak onbaşı mıyım bilmiyorum. Bazen epey asker davranırken bazen ‘bu hususta vekalet ücreti nisbi mi?’ diye düşünür şekilde buluyorum kendimi. Komutanın bir meselesiyle ilgili sanki ceza davasının son duruşmasında esasa ilişkin savunma yapıyormuşum gibi tumturaklı laflarla hukuki görüş bildirdikten iki dakika sonra sırtta tüfek, kütüklükte şarjör tepenin birine nöbete gitmek beni haliyle biraz afallatıyor.
Buradan o dönemki ağır ceza mahkemesi sayın başkanına sesleniyorum: Size duruşmada ‘komutanım’ dedim de tuhaf tuhaf yüzüme baktınız ya, işte o ara ben askerden yeni dönmüştüm. Arz ederim.
Tutanak Onbaşı Av. Erdem Oktar