İcra müdürlüğünde yapılacak işleri halledip binanın önüne çıktım. Servisi beklerken o uyuz Kemal bitiverdi yanımda. O da benim gibi stajyer. Aynı okuldan mezunuz. Ben okul bitince üç ay kadar İstanbul’da bir avukatın yanında staj yapıp, sonrasında naklimi Adana’ya aldırdım. Bu Kemal de beni İstanbul’a geldiğinde ziyaret etmiş ve çalıştığım yeri görmüştü. Masa, sandalye hak getire; oturacak yerim dahi yoktu. Maaş vermiyorlardı, bir şey öğretmiyorlardı, sabahtan akşama kadar fotokopi çekip markete filan gidip geliyordum. Adliye, icra desen, hiç görmedim. Bu Kemal ise “Memlekette staj şöyle güzel, böyle iyi” diye ballandıra ballandıra anlatmıştı o zaman. Maaş da veriyorlarmış, hatta çalıştığı ofiste ayrı bir odası bile varmış. Zaten canıma tak ettiğinden kalktım, Adana’ya geldim ben de. Eş dost seferber oldu, bir hafta içinde çalışacak bir ofis buldum. İcra ağırlıklı, kalabalık bir ofisti. Patronla görüştük; iyi, babacan bir adamdı. Fazla soru sormadan işe kabul etti beni. Çıkarken “Soracağın bir şey var mı?” dedi. Cesaretimi toplayıp “Ücret verecek misiniz?” diye sordum. Önceki çalıştığım yerde ne kadar aldığımı öğrenmek istedi. O an şeytana uydum ve “1.500 lira” dedim. Demez olaydım. Ben “sonuçta orası büyük şehir ve 1.500 lira verilebilir, burada yarısını bile verse iyidir” diye düşünüp bunu söylemiştim. Adam yüzüme baktı, biraz düşündü ve “İyi madem, biz de veririz aynısını” dedi. Beni katiplere emanet etti ve böylece ilk maaşlı işime başlamış oldum.
İlk birkaç gün, çevreye, ortama ayak uydur, ofise alış derken gayet güzel geçti. Ancak zaman ilerledikçe benim yetersizliğim ortaya çıkmaya başladı. Ofiste katiplerden çok, avukatlardan ise biraz az maaş alıyordum. Beklenti yüksek, kapasite sıfırdı. Katiplerin getir götürünü yapıyor, adeta ofis boy olarak çalışıyordum. Eski ofiste 1.500 lira almadığım yalanı her an anlaşılacak ve rezil olup kovulacağım diye sıkıntı yaşıyordum. Kendimi göstermeli ve aldığım maaşı hak etmeliydim. Ama nasıl? Sonunda bir fırsat doğdu. Cuma günü ofis toplantısı sırasında patron çalışanlara sitem ediyordu. Yeni stajı bitirmiş olan genç bir avukat arkadaş ile kıdemli bir katip bir alacağın tahsili için Tokat’ın Erbaa ilçesine hacze gitmiş ve sadece 300 lira tahsilat yapıp, neredeyse elleri boş dönmüşlerdi. Patron “Bu kaçıncı ya! Biz buraya en az on kere hacize gittik. Her giden 200-300 lira ile geri dönüyor. Bu ne biçim iş!” diye söyleniyordu. İşte aradığım fırsatı bulmuştum. Toplantı bitti, gittim patronun kapısını çaldım; “Erbaa’ya hacze gidip, bir de ben şansımı denemek istiyorum” dedim. Patron, “Yok olmaz, çok uzak. Sen burada başka işlere bak” şeklinde cevapladıysa da ısrar ettim. Baktım sonuç vermeyecek, artık nasıl hırs yaptıysam “Ben aslen Tokatlı’yım. Gitmişken akrabaları da gezerim” şeklinde yeni bir hamlede bulundum. Patron, “İyi, sen bilirsin. Haftaya git o zaman” dedi bu kez. Çıktığımda kendime inanamıyordum. Ben aslen Bursalı’yım, Tokat filan bilmem. Nasıl bir bataktayım, bu hale nasıl geldim? Yalan yalanı doğuruyordu resmen. Neyse, bu dosyayı çözersem her şey yoluna girecekti elbet.
Talimatı alıp, yola çıkacağım gün ofiste daha önce Erbaa’ya gidip boş dönen arkadaşlar benimle dalga geçiyor, aralarında bahis açıyorlardı. Biri, “Bu çaylak o adamdan 300 lira bile alamaz, kesin boş döner” derken, bir diğeri “Var mı arttıran?” diye devam ediyordu. Ofisten çıkarken de arkamdan seslendiler: “Erbaa’nın kebabı meşhur, yemeden gelme! Zaten mecbur yiyeceksin.” Gece otobüse atlayıp, sabah ilçeye vardım. İcraya gidip memuru aldım ve borçlunun dükkanına doğru yola koyulduk. Borçlu iri yarı, pos bıyıklı, babacan bir adamdı. Bizi karşıladıktan sonra, “Avukat kim?” diye sordu. Cevabını beklemeden beni kendine doğru çekip, iki yanağımdan öptü. Belli ki memuru daha önceden tanıyordu. Ben konuyu anlatacak oldum ama dinlemeden omzumdan tutup içeri aldı ve o naif Tokat şivesiyle, “Hele benim canım, hoşgelmişsin, zaymet çekmişsin. Oturun bir soluklanın, bir çay kayfe içelim. İş hallolur yahu” dedi. Oturduk, çaylar geldi. Ben her konuya girmeye çalıştığımda konu değişiyor; bizim sempatik borçlumuz durmadan Erbaa’nın güzelliklerinden, Tokat’ın cennet oluşundan bahsediyor; hiç ama hiç susmuyordu. Artık sıkıldım ve “Şu alacaktan konuşalım. Bugün ödemeyecekseniz ben bu kadar yolu boş dönmem, dükkanınızda haciz işlemi yaparım” dedim. Birden ciddileşti, hafif bir öksürüp, kısık sesle, “Bak gardaşım, biz Toğatluyuh, gururluyuh. İnsan yanında bu şekilde gonuşma, ayıp. Sonra elelem ne der?” şeklinde konuştu. “Tamam abi” dedim, “sen ne kadar ödeyeceksin söyle, ona göre hesabımızı bilelim.” Kendisinde 3.000 liraya yakın para bulunduğunu ama bugün tahsilat günü olduğundan birkaç telefon görüşmesiyle durumu netleştireceğini anlattı. Eline telefonu alıp, sağı solu aramaya başladı. Ben de ofisi aradım, indirimlerle 15.000 liraya borcun kapanacağını söylediler. Bu arada borçlu da durmadan telefonla konuşuyor ve önündeki kağıda bazı isimleri not alıyordu. En son konuşmalarını bitirip bana, “Gardaşım” dedi, “ben bugün bunu 15.000’e tamamlarım, inşallah fazlası da olur.” Fazlasına gerek olmadığını, belirttiğim parayı bulmasının yeterli olacağını söyledim. Kafa salladıktan sonra memura dönüp, “Siz boşuna beklemeyin, mesainizi harcamayın. Bakın biz avukat beyle anlaştık, bugün kapatacağız” dedi. Bir an ne diyeceğimi şaşırdım. Memura baktım; memur, “Bekleyecekseniz biz diğer hacizlere gidelim, sonra haberleşiriz” dedi. Gitmesini söyleyecek oldum ama borçlu, “Yav gardaşım, bırak adamlar işini görsünler. Senin paran bugün garanti. Erbaa’nın kebabı çok meşhurdur, yedirmeden bırakmam. Oradan da çıkar alacaklarımızı tahsil eder, seni göndeririz” diye çıkıştı. İçim kazınmıştı, söyledikleri de makul geldi. Memurlar ayrılınca, borçlu ile dükkanda başbaşa kaldım.
Borçlumuz bir iki telefon görüşmesi daha yaptı. Ardından notlarını toparlayıp, gömlek cebine koydu. Kasadaki az bir meblağı da alıp, “Hadi tahsilata çıkalım” dedi. Dükkanı kapatıp çıktık. Çarşı merkezinde biraz yürüdük ve bir lokantaya oturduk. Yolda ve lokantada herkesle selamlaştı, hal hatırdı sordu, espriler yaptı. Sevilen, sayılan birisi olduğu belliydi. İçime bir rahatlama gelmişti. Sonunda anlayacaktı ofistekiler ne iş bitirici biri olduğumu. Erbaa kebabı gerçekten methettikleri kadar varmış. Tadı damağımda kaldı desem yeridir. Ama o an en öncelikli sorun tahsilattı. Lokantadan çıkarken bizim borçlu hesap ödemedi. Adisyonu uzatan garsona, “Tükana gönder, tükana” deyip fırladı. Arkasından seslendiler ama oralı olmadı. Dışarıda elini omzuma attı ve yürümeye başladık. Kuşkulanmıştım. Tokat’ın Türkiye’nin Paris’i, Erbaa’nın da Tokat’ın Şanzelizesi olduğuna dair nutuklarını yarıda kestim. “Abi” dedim, “bak saat öğleni geçti. Benim en geç akşam sekizde dönmem lazım. Parayı toparlayabiliriz değil mi?” Omzuma vurdu, “Sen merak etme aslan yeğenim” dedi. Bir yandan da elini gömlek cebine vuruyordu. Oradaki notların güvenilirliğinden bahsetti. Sonra, “Gel şuraya oturup dinlenelim, aramalara başlayalım” deyip, ara sokakta bir birahanenin içine giriverdi. Mecburen ben de arkasından girdim. Lavaboya gidip elimi yüzümü yıkadım. Dönüp yanına oturduğumda masaya benden önce iki tane büyük bardak bira gelmişti bile. İçsem mi içmesem mi diye tereddüt ettim. Kebap güzeldi ama yağlıydı, içimi yakmıştı. Buz gibi bir bira ne güzel giderdi. Ancak bir yandan da şu an iş başında, mesaideydim, içmemem şarttı. Bizim adama baktım. Önüne cebindeki notları yaymış, durmadan telefonla konuşuyor, yeni notlar alıyor, yani aslında bir şeyler başarmak için azmediyordu. Hoşuma gitti doğrusu. Hem borcun tamamını kapatmasa da, bana bir 5-6 bin lira bile ayarlasa, ki ayarlayacak gibiydi, kendisinde olduğunu söylediği para ile birlikte yeterliydi. Hem zaten ofisten buraya gelip 300 liradan fazla para tahsil edebilen olmamıştı. Benim kavgam buydu sonuçta. En az bir 5.000 lira ile dönsem yeterdi. Bu düşüncelerle derin bir yudum aldım biradan. “Abi” dedim, “şu borcu bu kadar uzatmasaydın keşke. Çok kral adamsın aslında, seninle her yola gidilir.” Gülümseyip, “İç yeğenim iç, şifadır. Şimdi aradım, Arif Abin geliyor. Senin işi çözecez bugün” dedi. Gözlüğünü taktı, eline kağıt kalem aldı. Önündeki notlara bakarak bir şeyler yazıp çizmeye başladı. Ardından Arif Abi’yi beklemeye koyulduk.
Ben ikinci birayı bitirmiştim ki beklenen adam geldi. Tanıştık. “Arif Bey hoş geldiniz, biz de sizi bekliyorduk” dedim, cevap vermedi. Bizim borçluya bakıp “Kim bu lavuk?” der gibi bir göz işareti yaptı. Bizimki oralı olmadı. “Nerede kaldın yahu? Başlayacak neredeyse. Aldın mı tüyoyu?” diye sordu. Arif elini cebini attı, pantolon cebi kabarıktı. Paramız da gelmiş diye keyifle derin bir yudum daha çektim üçüncü biradan. Arif cebinden katlanmış bir gazete eki çıkarıp masaya vurdu ve “Tamamdır, tüyo çok sağlam. İlk ayakta 8 numara Rüzgarınoğlu’nu tek atıyoruz. Beşinci ayakta da çiftemiz var. Bunlar tutarsa bugün altılı bizim” dedi. Ben neler olduğunu sorarken, bizim borçlu “Sen bu işe karışma yeğen. Bak senin paran burada, fazlası ile ödeyecez. Bugün patlatıyok altılıyı. Sen sadece seyret, otur biranı iç” demesin mi? Eşekten düşmüş gibi oldum resmen. Ne yapacağımı şaşırdım. Eşekten düştüm, ümidim atlardaydı. Yarına da kalamazdım. Ofise mesaj atmış, rakam belirtmesem de sağlam bir tahsilatla döneceğimi müjdelemiştim çoktan. Oturmuş kaderimi izliyordum. Bizim borçlunun notları ile Arif’in tüyolarını birleştirip bir kupon yaptılar. İkisi de gözlerinde gözlük, profesör gibi çalışıyorlardı. “Lan ya tutarsa?” diye düşünmedim değil; çünkü başka tutar dalım yoktu. Yaptıkları kupon 220 lira tuttu. Ceplerindeki paraları birleştirdiler ama toplam 200 lira çıktı. Kupondan at çıkarmaya karar verdiler. Bu sefer hangi atı çıkaracakları konusunda bayağı tartıştılar. En sonunda yarışa iki dakika kala benden 20 lira borç istediler. Çaresiz çıkarıp verdim.
Kupon yatırıldı, nefesler tutuldu ve ilk ayak başladı. “Burada tek attığımız at gelirse, bizi kimse tutamaz” demişlerdi. Beklenen oldu ve ilk ayakta 8 numara Rüzgarınoğlu birinci geldi. Sevincimizi görmeniz lazım. Havalara fırladık, kucaklaştık, bağırdık, çağırdık. Resmen olmuştu bu iş. Biraz da dönüp halay çektik ve yerlerimize oturduk. Yüzler gülüyordu, keyifler yerindeydi. Birer bira daha istedik. “Abi, tahmini kaç para verir bu altılı?” diye sordum. “Yeğenim” dedi, “şimdi diğer ayaklar kolay, onlar zaten gelir ama beşinci ayakta bizim atın ismi Bibidibabidibu. Eğer o da gelirse bu altılı 100 bin lirayı öldürmez. Senin paranı öderiz, kalanını da üçe böleriz, cebin para görür. Biz artık ortağız, anca beraber kanca beraber.” Ne diyeceğimi bilemedim. Özünde iyi bir insandı ama olay nereden nereye gelmişti. Sustum. Cep telefonumdan interneti açıp biraz araştırma yaptım. Bu Bibidibabidibu fena bir at değildi, yarış kazanmışlığı da vardı. Topladığım bilgileri ortaklarla paylaştım. “Sen tahsilli çocuksun ama bu işin tahsili olmaz. Bu ata bugün Hişman Abi binecek. Hişman Abi bizim Erbaa’dan evlidir. Biz yengenin hısım akrabasından tüyo aldık, yarış kurulmuş; kesin alır bizim at dediler” cevabını aldım. Artık biradan beynim dönmeye başlamıştı. Sorgulamadım. Her yarım saatte koşulan koşular ile ikinci, üçüncü ve dördüncü ayağı da halaylar, şarkılar ve tezahüratlar eşliğinde geride bıraktık. Tahminler tutmuştu ve altılı devam ediyordu. Ne yalan söyleyeyim, artık tahsilatı filan boşvermiş; tahsilattan sonra ikramiyeden hisseme düşecek para ile neler yapacağım konusunda hayaller kurmaya başlamıştım.
Beşinci ayak başladı, nefeslerimizi tuttuk. Birbirimize sarılmış vaziyette televizyonunun önündeydik. Hayır duaları ile Hişman Abi’nin ata binişini izledik. Start verildi, koşu başladı ama maalesef bizim at koşmadı. Öylece durdu kaldı start çizgisinin içinde. Hişman Abi ne yaptı ne ettiyse koşturamadı atı bir türlü. Üzerinden iner gibi olduğu sıra at şaha kalkıp Hişman Abi’yi üzerinden attı ve başıboş bir şekilde jokeysiz diğer atların çok arkasından koşmaya başladı. Haliyle yarış dışı sayıldı. Bizden çıt çıkmıyordu. Hani “ölüm gibi bir şey oldu ama kimse ölmedi” dizeleri sanırsınız bizim için yazılmış. Yattı altılımız. Oturduk masaya, kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Son ayağı seyrettik ama oradan da yatıyormuşuz zaten. Arif kalktı gitti, yeniden borçlu ile başbaşa kaldık. Bizimkisi yakınmaya başladı ama keserek, “Abi ben gidiyorum. Sen bana ne kadar varsa ver, kalanını yollarsın” dedim. “Üzerimde para yok ama yarın olur sen git, hiç merak etme” cevabıyla karşılaştım. Boş bir altılı kuponu verip, “Şuraya hesap numarası yaz. Yarın en geç öğlene kadar kadar ne bulursam gönderecem” diye ekledi. Kan beynime sıçramıştı. Kuponu buruşturup attım. “Yahu abi” dedim, “sen bana sabah 3.000 liraya yakın para olduğunu, akşama kadar 15.000’e tamamlayacağını söylemedin mi? Eee, o 3.000 lira nerede? Ver onu gideyim. Sen beni kandırdın resmen.” Yine “Yeğenim” diye başlayıp devam etti, “Benim o Arif şerefsizinden 3.000 lira alacağım vardı, vermedi. Aha senin yanında ‘Getir parayı hacizlik olduk’ diye aradım. ‘Para yok ama çok sağlam tüyo var’ dedi. Benim de aklımı çeldi it oğlu it. Yanında konuştum, duymadın mı? Sen kaptırdın tabii kendini kebaba, biraya… Sonra hani biz ortaktık? Kupon tutsa bana böyle mi diyecektin yine? Ancak senin de suçun yok, benim de. Şimdi bu Arif, bizim jokey Hişman Abi’nin hanımının yeğeni olur. Ne bileyim, inandım ben de. Neyse oldu bir kere. Ben yarın bir gün ondan paramı alır yollarım sana, sen hiç dert etme.” Ben, “Yahu en azından bir yol parası ver” dedim ama demez olaydım. Yenilen içilen biraların parası 300 lira olmuş. Borçlu, “Yeğenim sen bunu kredi kartın neyin varsa oradan öde. Ben sana hemen ayarlıyorum 300 lirayı” deyip gitti. On dakika sonra elinde bir 300 lira ile geldi. Ben karttan hesabı ödedim, 300 lirayı cebime koydum, çıktık.
Akşam otobüsü ile şehre geri döndüm. Ertesi gün ofise giderken ATM’ye uğradım. Maaşım yatmış. 1.500 lira çektim, cebimdeki 300 lirayı da ekleyip tamamını patrona “İşte tahsilat” diyerek teslim ettim. Öğlen diğer çalışanların olduğu bölümde bir kahve içtim. Ofiste kimse alay edemiyordu benimle. Ellerine malzeme vermemiştim. Bekleme salonundaki açık televizyonda spor haberleri vardı. Dünkü yarışlarda Bibidibabidibu adlı atta doping tespit edildiği ve ömür boyu yarışlardan men kararı verildiği haberi dönüp duruyordu.