Koronavirüs salgını nedeni ile yaşadığımız bu izolasyon sürecinde sanırım her evde aşağı yukarı durumlar aynı. Kadınlar erkeklerin saçını kesti, erkekler kadınların saçlarını boyadı. Ekmekler yapıldı, kahveler içildi. Çekmeceler boşaltılıp yeniden düzenlendi. Çocuklardan bıkıldı. Çocuklar sizden daha çok bıktı. Ee evet hepimiz aynıyız aşağı yukarı. Başka ne yaptınız peki? Ben bir itirafta bulunayım. Aile olarak durumumuz pek iyi ama fiziksel gelişimim, kişisel gelişimim, ruhsal gelişimim eve kapandığım ilk günden beri sıfır. Ne bir kitap okudum ne mesleki bir yazı yazdım ne de spor veya meditasyon yaptım. Ye, iç, film izle ve yan gel yat şeklinde bir aydan fazlası geçti. Rahatsız mıyım? Sanırım hayır. Ertesi gün işe gitmeyecek olmanın huzuru nereye kadar sürer bilmiyorum ama böyle bir huzurun ne kadar inkâr edilse de hemen herkeste olduğuna eminim. Bende kesinlikle fazlaca var çalışmaya karşı bir bıkkınlık. Kendimi bildim bileli her türlü işte çalıştım. Neler yapmadım ki? Komilik, bulaşıkçılık, garsonluk, barmenlik bellboyluk, taksicilik, pazarcılık… Evlere damacana ile su da sattım, seyyar börekçilik de yaptım. Daha sonra kendi vaki mesleğime başladım. Bu arada boş duramadım dönercilik işine dahi el attım. Neticeten yoruldum diyemem tabii ki ama sıkıldım. Hayat hiçbir işe ölümüne bağlanacak kadar anlamsız değil, olmamalı çünkü.
Evde izolasyon süreci yazmak, çizmek üretmek için elverişli görünse de, aslında değil. Çünkü bir aydır ne zaman bilgisayar başına geçip bir şeyler yazacak olsam illaki bir yerlerden Mustafa Sandal fırlıyor. Yaşadığımız sitedeki komşularımız İtalya’dan fazlaca feyz almış olacaklar ki, akşamüstleri kendilerince konser veriyorlar balkonlarından ve tek müzik kaynakları Youtube olduğundan üç şarkından biri “bi kere o moda girdin mi, bi daha çıkamıyosun bitaağnem” oluyor. Aynı şekilde bizim evin içinde de oğlum Youtube üzerinden çizgi film izleyeceğinde veya ben arada bu mecradan bir şarkı açtığımda otomatik oynatma dönüp dolaşıp işi Mustafa Sandal’a bağlıyor. Bu ses beni alıp beynelminelvari bir şekilde geçmişe götürüyor. Ve başta da bahsettiğim gibi çok ve erken çalışmanın verdiği o bıkkınlık ile yüzleştiriyor. Nasıl mı? Şöyle:
15 yaşındayım. Akçay’dayız. Güzel bir yaz tatili. Sene “onun arabası var” senesi, ülke bu şarkı ile yıkılıyor. Derken haber geliyor: Mustafa Sandal yanı başımızda, Güre’de Fabrika Bar’da konser verecekmiş. Ben o sene beginner seviyesinde metalci olduğumdan Mustafa’yı pek sallamasam da etraftaki heyecan çok büyük. O sene üniversitede okuyan abim ve aynı yaştaki kuzenim konser günü Fabrika Bar’da ekstra barmen olarak kendilerine iş ayarlamışlar. Hemen yaşıtım kuzenlerim ile peşlerine takıldık ve biz de kendimizi Fabrika Bar’ın yevmiyeci listesine yazdırıverdik. Bar deyip geçmeyin, halen duruyor mu bilmiyorum ama Güre’deki Fabrika Bar Rumlardan kalma tarihi bir zeytinyağı fabrikasının korunmuş ve bara çevrilmiş hali idi. Kapalı alanı bar olarak çalışıyordu ve ortasındaki tabanı Arnavut kaldırımı döşeli devasa avlu ilk kez konser alanı olarak yetiştirilmeye çalışıyordu. Yani ekip olarak hepimiz o mekân için ilk olan o devasa konserde çalıştık ve başardık sanırım. Biz çocuklar komilik yapacağız, yani konser anında barların getir götürünü yapıp ayak işlerinde çalışacağız ama işe konserden bir gün önce çalışıp konser alanının, sahnenin ve seyyar barların kurulmasına yardım edeceğiz. İki gün için bana o zamanın parası 40.000 TL verecekler. Şu an için 400 TL gibi bir şey olsa gerek, ki orta sonun yazındayım, nereden baksan iyi para.
İşe başladım. İstanbul’dan gelen konser ekibi ile kısa bir tanışma toplantısı sonunda herkese görev dağılımı yapıldı. Bizi İstanbul ekibinden yine ismi Mustafa olan kel kafalı top sakallı birine zimmetlediler. Mustafa herkese çeşitli görevler verip “işi biten çalışacağı bara geçip barmen ile tanışsın ve barın eksiklerine yardım etsin” demişti. Ben dahil herkes kendisine verilen işi bir an önce bitirip sahnenin hemen yanındaki ana barı kapmanın telaşındaydı, çünkü orası Mustafa Sandal’ı en net görüp konseri izleyebileceğin yer olmasının yanında, aynı zamanda en büyük ve kalabalık bardı. O kalabalıkta rahatlıkla işten kaytarabilirdin, kimse fark etmezdi yokluğunu. Bunun yanında o barda abim çalışıyordu, zaten bana çok iş vermezdi. Bir an önce bana verilen karavan temizleme işini bitirip kapağı bu bara atmalıydım. Evet karavan temizleyecektim. Organizasyondan Mustafa Bey bana bu işi vermişti. Fabrika Bar’ın deniz tarafına bakan kısımda kumsalın üzerinde atıl olarak duran, konser gecesi kulis olarak kullanılması düşünülen karavanı ben temizleyecektim. Karavanı temizlemek için malzeme almaya depoya gittiğimde avlunun sahneye en uzak noktasında duran süs havuzunu bara çevirmeye çalıştıklarını gördüm. İçerisinde rahatlıkla aynı anda 4 kişinin dolaşabildiği Rumdan kalma bu eski havuz, göğüs hizasındaki kabartmalı duvarları ile bar olmak için biçilmiş kaftandı. Büyük kuzenim Çağrı abim havuzun ortasındaki demir fıskiyenin ağzını naylonla sarmış, bağlamaya çalışıyordu; çünkü vana kapalı olduğu halde paslı demirden su sızıyordu. “Kolay gelsin” deyip, “akşama bu havuza su dolar, naylonla olmaz o iş” diye ekledim. Okkalı bir küfür yiyip oradan ayrıldım.
Kolları sıvayıp 1970 model, düşünün ta o zaman bile retro, ne retrosu yahu bildiğin eski püskü, kumsalın üzerinde adeta çürümeye terkedilmiş karavanı temizlemeye başladım. 2-3 saat içerisinde derisi yırtık oturma takımını, ortadaki nikelajı çatlak masayı ve polyester mutfak tezgahını pırıl pırıl yaptım. Bence süper olmuştu. Koştum, Mustafa Bey’e haber verdim. Geldi, şöyle bir içeriye baktı ve yüzünü buruşturarak “güzel kardeşim sen beni hiç ama hiiiiç anlamamışsın, ben sana pis bir yüzeyi temizle demiyorum, burayı Mustafa Sandal’ın kulisi yap diyorum anlasana. Bak belki adam günlük kıyafeti ile gelecek sahne kıyafetini burada giyecek, belki sahneden önce burada bir içki içecek, belki kız arkadaşı ile gelecek burada ona içki ikram edecek, böyle düşünsene ona göre yap hazırlığını, hadi gülüm, hadi canım” diyerek sıvazladı sırtımı. “Peki” dedim, tekrar koyuldum işe. Arızalı jaluzileri onardım, hiç çalışmayanların camlarına renkli kartonlar bantlayıp mahremiyet sağladım. Barlardan buz kovası ve içecek alıp dolaba koydum, vestiyerden askı alıp cam kenarlarına astım. Koltukların yırtık yerlerini aynı renk koli bandı ile yapıştırdım. Son hallini verdim. Saat geç olmuştu, işimi bitirmenin verdiği huzurla eve gittim.
Ertesi gün büyük gündü, konser günü. Sabah ilk iş olarak Mustafa Bey’i bulup karavanı teslim etmek istedim. Baktı, inceledi. Toz var mı diye köşeye bucağa parmağını soktu, bulamadı. Beğendi, teşekkür bile etti. Tam çıkarken karavanın mutfak kısmında elini yıkamak için musluğu açtı ve eline adeta çamur kıvamında bir su aktı. “Kardeşim bu böyle olmaz, belki sanatçı elini yıkayacak, saçını düzeltecek konser öncesinde. Hemen halledin bunu, lütfen, lütfen, lütfen.” Dedi, çıktı gitti. Karavanın tepesine çıktım. Su deposunun boş hali en az yirmi kilo vardı. İçi dışı pas içinde kaba demirden bir meret. Söküp güç bela aşağı indirdim. Taşıma suyla yıkamak bir işe yaramadı. Yüklenip demir yığını ile birlikte denize girdim. Bata çıka yıkadım kirini pasını. Tekrar kumsal boyunca taşıyıp karavanının üzerine çıkarttım, bağlantısını yaptım. İçine hortumla defalarca su verdim, kahverengi rengi geçene kadar akıttım. Akşama doğru su düzelmişti ama ben de bitmiştim. Kollarımda dermanım kalmamıştı. Her yanım yara, bere, çizik içindeydi. Ancak deponun artık temiz olduğuna en az tetanos olduğum kadar emindim. Eve gidip giyinip konser alanına geldiğimde artık adım atacak mecalim kalmamıştı. Bütün barlar kapılmıştı. Ben en arkadaki büyük kuzenim Çağrı’nın olduğu bara geldiğimde Çağrı abim havuzdan bozma barın içerisinde bileklerine kadar suyun içerisinde bir o yana bu yana koşturuyordu. Yanına geçtim. Sanırım o gece o yorgunlukla o suyun içerisinde bin kadar bardak yıkadım. Bin kere ana bardan gidip buz getirdim. Saat 22.00’de başlayacağı anons edilen konsere Mustafa Sandal 01.30’da çıktı. İçeride resmen izdiham oldu. 4-5 saat ayakta bekleyen müşteriler bardaki fahiş fiyatlar nedeni ile sövmedik hiçbir yerimizi bırakmadılar. En sonunda geç de olsa sahneye çıkan Mustafa Sandal bir saat kadar sahnede kaldıktan sonra kayboldu gitti. Konser bitti, içerisi boşaldı. Biz de barı teslim etmek ve yevmiyemizi almak için bekliyorduk. O arada uyur uyanık yorgunluk ve dalgınlıkla havuz barının üzerinde duran 5 şişe rakıyı domino taşı gibi devirdim. Şangırtı sesi ile irkilip Çağrı abimle birbirimize bakakaldık. Ne kadar kimseye çaktırmamaya çalışsak da, havuzun içinde dizimize gelen rakı beyazı su ve buram buram anason kokusu içerisinde kasayı teslim almaya gelen Mustafa Bey’in durumu anlamaması mümkün değildi zaten. Kasayı alıp yevmiyelerimizi ödemeden müdüriyete gitti. Ben bu arada koşarak sahnenin kumsal tarafındaki kapıya gittim ve burada görevli olan güvenlikçi Gürcan abiye, “Mustafa Sandal beğendi mi karavanı? Ne dedi? Ne kadar kaldı?” diye sordum. “Ne karavanı oğlum? Adam bu tarafa uğramadı bile, görmedin mi? Yol tarafından şoförlü araba ile geldi, konser bitince koşa koşa aynı arabaya binip bastı gitti. Boşuna bekledik biz de bu tarafta güvenliği için. İnsan önceden haber verir” dedi. Bu sırada müdüriyetten haber geldi, Mustafa Bey yevmiyemizi kırdığımız rakılara saymış, alacak verecek yokmuş, siktir olup gidebilirmişiz. “Yavvvvvşak Mustafa” deyip, yere tükürüp çıktım. Harbi üzülmüştüm. Yediğimize içtiğimize saydık. Gerçi Çağrı abim her zamanki gibi yevmiyesinden fazlasını içmeyi başarmıştı.
Bazen böyledir. Çalışırsın, çok çalışırsın, az çalışırsın, bazen para kazanırsın, bazen tecrübe, bazen anı... Benim de tüm yorgunluklarımın yanında bana baki kalan anılar, yaşanmışlıklar, hatıralar, tecrübelerdir beni ben yapan. En ufak birini bile çıkartsan hayatımdan belki ben aynı ben olmazdım kim bilir? Ama şunu bilirim ki, heba olan o emeğin karşısında gerçekten yavşaksın Mustafa…