Yeni bir haciz işi. Ama bu kez iş, her zamankinden daha belalı ve tehlikeli. Rakam büyük, tamı tamına 25 milyon TL. Borçlu yeni yeni adını duyuran Yeldeğirmeni Mafyası’nın lideri. Üstüne bir de, alacaklı tahsil edemediği para nedeniyle ameliyat ettiremediği eşini bir hafta kadar önce kaybetmiş. Gerilim üstüne gerilim…
Uzun bir araştırma sonrasında nihayet borçluyu bulmuşuz ve birazdan da hiç beklemediği bir anda karşısına çıkacağız. Hazırlıksız yakalanmak tahminen saldırganlığını arttıracak. Bu nedenle, polis ekibi de yanımızda. Arabadan inip villaya doğru birkaç adım atıyorum, arkamdan da icra müdürü geliyor. “Para büyük olunca, ‘bahşiş’ de büyük olur” düşüncesiyle hacze bizzat kendisi geliyor! Biraz sonra önümüzdeki polis minibüsü de boşalıyor. Beş tane silahlı polis... Amirleri, “Beyler konuştuğumuz gibi” diyor, “Bir direnç olursa, ben söylemedikçe ateş etmek yok!”
Görev bilincinin vermiş olduğu sorumlulukla yüzümde ciddi ama biraz da gergin bir ifade var. Bahçeye giriyoruz, koruma yok. “Hayırdır inşallah” diyorum içimden. Yaklaşınca villanın kapısının yarı açık olduğunu görüyoruz. Kapıyı tekmeleyip içeri dalınca hiç beklemediğim bir manzarayla karşılaşıyorum: Tek başına oturan borçlu ve önünde para dolu iki koli. “Ben de sizi bekliyordum avukat bey” diyor, “İşte paranız.” Konuşmamızı beklemeden devam ediyor: “Zorluk çıkarmak gibi bir niyetim yok. Nalan Hanım’ın vefatına çok üzüldüm. Vicdan azabından bir haftadır uyuyamıyorum.”
Zavallı Nalan Hanım’ın adını o salyalı ağızda duymaya dayanamıyorum. “Konuşma köpek!” diye bağırıyorum, iki adımda yanında bitip tüm gücümle bir de tokat patlatıyorum sol elmacık kemiğinin altına. Borçlu tokadın şiddetiyle yere yuvarlanıyor. Durumu gören müdür, “Avukat bey, para burada işte, napıyorsunuz?” demeye kalkıyor, bir tokat da ona geçiriyorum. “Al, bu da senin büyük bahşişin” diye fısıldıyorum dişlerimin arasından. Araya polis amiri giriyor, bir tokat da ona. Elimi zapt edemiyorum artık. İşte tam o an sırtımda bir el hissediyorum. Bu, ölümün soğuk dokunuşu olmalı...
Arkama dönüp baktığımda annemi görüyorum. Sırtımdaki el ona ait. Peki ama annemin ne işi var şimdi burada? “Oğlum” diyor, “Hadi uyan artık, işe geç kalacaksın. İlk günden kovdurma kendini!” Sonra her şey netleşiyor kafamda. Bir önceki gün “dava ağırlıklı” bir hukuk bürosuyla yaptığım görüşme olumlu neticelenmiş ve bugün ilk iş günüm olacak. Telefonda verdikleri mutlu haberin arasına işi sıkıştırmayı ihmal etmiyorlar ama: “Yarın erken gelin, sabah Küçükçekmece Adliyesi’nden hacze çıkacaksınız.”
Bizim “dava ağırlıklı” büroda ne hikmetse daha ilk günden bütün icra işlerini bana kakalıyorlar. Anlıyorum ki, büronun “icra hafiflikli” tarafları bana zimmetli olacak. Hiçbir şey bilmeden, sadece kulak dolgunluğu bilgilerle çıkılacak ilk haciz ise, haliyle gece rüyalarıma giriyor. Ancak hacze gitmeden önce gerekli bilgileri büronun deneyimli avukatlarından edineceğim düşüncesi bir an için içimi ferahlatıyor. Mantıken önce işi öğretmeleri lazım değil mi ama? Her şey yerli yerine oturunca anneme dönüyorum tekrar: “Anne yaa, nolur beş dakika daha uyuyayım.”
Sabah ofise vardığımda kapının yarı açık olduğunu fark ediyorum. Bu kapı her ne kadar sert bir tekmeyi hak etse de, sağduyum “sakin ol şampiyon” diyor. Kapıyı tıklatıp kibarca içeri giriyorum. Bir koşuşturma, bir telaş, herkes acele acele bir şeyler yapıyor. İlk iş elime haciz tezkeresini tutuşturuyorlar, bir de masraflar için bir miktar para. Ben daha ne oluyor anlamadan kapını önünde buluyorum kendimi. Ulan insan en azından adliyeye nasıl gidileceğini söyler vicdansızlar!
Ben tezkereyle ne yapacağımı, bunu nasıl işleme koyacağımı düşünüp söylenirken gözüm haczedilecek meblağa ilişiyor: 250 TL. Yazıyla iki yüz elli! Sıfırları kim çaldı? Sıfırlar, sıfırlamak, babacım... Yoksa? Yok canım daha neler... Benim hayali Nalan Hanım’ı bu parayla değil ameliyat etmek, hastane kapısından içeri sokmazlar yahu! 250 TL için hacze mi çıkılır yaa! Şeytan, “Gir içeri, cebinden ver iki yüz elliyi, akşama kadar otur, çay-kahve iç” diyor. Sonra aklım başıma geliyor, bu para aylığımın yarısından fazla! Artistlik yapacak durumda değilim. Diğer taraftan, kim bilir belki de bir sonraki asıl büyük iş için beni deniyorlar sadece. Hemen ikna oluyorum tabii. Mutlaka öyle olmalı!
Sora sora adliyenin yerini, ardından rica minnet tezkereyle ne yapacağımı öğreniyorum. Ancak işlem yapmak ne mümkün! Her yer dosya, her yer sıra. Müdür yardımcısından tek bir imza almak için beklenen sıra, kaynakçı meslektaşlarımın da katkısıyla ilerlemiyor bile. “Ufak bir şey sorup gideceğim” diye araya girip “hokus pokus”la bir yerlerden on yıllık, beş yüz sayfalık dosya çıkaran mı ararsınız, talebi reddedilince “sen kimsin, asıl sen kimsin”e bağlayan mı ararsınız, vekâletsiz işlem yapmaya çalışıp yapamayınca kavga çıkaran mı ararsınız, hepsi orada...
Büyük bir sabır ve uğraştan sonra imzayı alsanız, kayıt sırası başlıyor bu kez. Kaydı halletseniz, POS cihazı çalışmıyor. Parayı ödeseniz, kaşeyle numaratör nerede? O bitse, dosya taranacak. A4’ün yarısı kadar boyuyla adamı türlü türlü derde sokuyor bu tezkere. Kavga, dövüş, sonunda her şeyi hallediyorum ve randevuyu kesiyorlar: “12.30’da adliyenin önündeki haciz arabasında ol.”
İçimden bir ses, “Çoğu bitti azı kaldı” diyor, “Nalan Hanım için” diyor, “sık biraz daha dişini” diyor. Ancak çok geçmeden anlıyorum ki, daha hiçbir şey başlamadan, önce yol, ardından da icra dairesindeki boğuşmayla canım çıkmış bile. Üstüne üstlük haciz hakkında hala en ufak bir bilgim yok. Eğer her şey benim performansıma bağlıysa, bendeki bu deneyim ve şansla bizim Nalan bu akşam kesin nalları diker!
Yine de derin bir nefes alıp kararlı adımlarla adliyeden çıkıyorum. Haciz arabasına doğru yürürken arka fonda hoş bir müzik çalıyor: Red Kit’in final parçası, Poor Lonesome Cowboy...
(Devamı Haftaya)