Geçen haftanın özeti: Kahramanımız ilk haczine Küçükçekmece Adliyesi’nden çıkmaktadır. Bin bir güçlükle ilk işlemleri tamamladıktan sonra haciz aracına doğru yola koyulmuştur.
Adliyeden çıkar çıkmaz ayaküstü bir şeyler atıştırıp haciz aracının yanına geliyorum. Bir şeyleri kaçırma korkusuyla hemen haciz aracının içine atıyorum kendimi. İçeride uyuklayan şoförün haricinde iç içe geçmiş iki de boş kova var. Acaba bunlar ne işe yarıyor? Tahminen aracın yıkanmasında kullanıyorlardır diye düşünüyorum ilk olarak. Belki de araba çok sallıyor. İstifrağ etme ihtiyacı olanlar için de konmuş olabilirdi bu kovalar. Hacze çıkanların araç içinde saatlerce kaldıklarını daha önce duymuştum. Eee, haliyle sallana sallana mide de bir yerde iflas edebilir değil mi ama. Kafamdan çılgınca düşünceler de geçmiyor değil tabii. Kim bilir, belki kovaların içine su doldurup para ödemeyen borçluların kafayı sokuyor olabilirler. İki kova, birden fazla borçlu olması durumunda zamandan tasarruf etmek için herhalde…
Ben koltuğuma kurulduktan bir süre sonra ilk meslektaşım damlıyor. Sonra diğeri, sonra bir diğeri… Stajyeri avukatı, genci yaşlısı, kızı erkeği kısa sürede aracı dolduruyorlar. Son koltuk da dolunca homurdanmalar başlıyor: “Nerede bu icra memuru?” Tabii esas oğlan hep en son gelir. Beş dakika içerisinde aracın içi havasızlıktan cayır cayır yanmaya başlıyor. Dışarı çıkıp hava almak istiyorum, fakat bakıyorum ki kimse çıkmıyor, “dayanayım biraz daha” diyorum. Ancak sadece bir beş dakika daha! Sonra kendimi zor atıyorum dışarı. Bir iki dakikalık ferahlamadan sonra neden kimsenin sıcağa rağmen dışarı çıkmadığını acı bir şekilde öğreniyorum. Geri döndüğümde yerim çoktan kapılmış. Ancak hakkımı yedirecek halim yok. “Arkadaş” diyorum, “Ayıp değil mi yerimi kapmışsın. İlk biz geldik ama bize yer kalmamış!” İçerden birisi, “Nasıl yer kalmamış?” diye lafa giriyor. Sabrımın sınırlarında, “Nasıl nasıl yer kalmamış. Kucağına mı oturacağım adamın!” diye çıkışıyorum. İşte o an en beklemediğim cevapla karşılaşıyorum: “Kovalar var ya işte orda.”
Demek ki, kovaların işlevi bu: Acemi oturgaçı! “İcralarda öyle bir yoğunluk var ki, haciz araçları yetişmiyor, dışarıda kalan avukatlar için oturak niyetine kova koyuyorlar” diyor birisi gayet normalmişçesine. “Ama böyle olmamış ki” diyorum, “Ayakta yolcu alsalar daha çok kişi sevaplanır.” Sakince “Yok” diyor, “Ayakta yolcu alınca trafik ceza kesiyormuş.” Anlıyorum ki, ceza kesilmese ve bizim meslektaşa bıraksalar şoförden şöyle laflar duyacağız: “Boşluklara ilerleyelim beyler, daha üç kişilik yer var orada” ya da “Ücretini göndermeyen kaldı mı?” El mecbur kovalardan birini ters çevirip oturuyorum. Diğer kova da hemen benden sonra kapıda beliren diğer avukat arkadaş için. Ben birinin çıkıp da “Şoför bey, araba doldu. Ne zaman kalkacağız?” demesini beklerken, icra memurunun hala ortalarda olmadığını fark ediyorum. Duruşma sırası beklemek neyse de, icra memuru beklemek de ne demek oluyor? Haciz işlerinin ilk kuralı, sabırlı ve deneyimli görünüp acemiliğini belli etmemek! Bense daha ilk dakikadan çuvallamıştım. Biraz sonra icra memurunun gelip şoförle dosyaları sıralamaya, haciz güzergâhını belirlemeye başladığında ise, daha çuvallamanın sadece ilk adımını atmış olduğumu tatsız bir şekilde öğrenecektim.
İcra memurunun “Muhafaza yapacak var mı?” sorusuna tok bir sesle “Ben” cevabını veriyorum. Aslında muhafaza falan yapacağım yok. Mal nasıl kaldırılır konusunda hiçbir fikrimin olmaması bir yana, zaten kimse de 250 TL için mallarını kaldırtmaz. Yine de “muhafaza” sözcüğüyle yan yana gelmenin bile beni deneyimli göstereceğinden eminim. Benden başka kimse muhafaza konusunda ses çıkarmayınca icra memuru, “Sen muhafaza yapacaksan işin uzun sürer, seni en sona bırakalım” demesin mi! Hadi bakalım attık golü kendi kalemize, ikide iki gidiyoruz!
Sonra düşüyoruz yollara… Yola çıkmadan önce ön sıralarda hacze çıkmak için “bizim adres zaten boş, zabıt tutup gideceğiz”, “biz borçluyla anlaştık, para alıp çıkacağım”, “sadece taahhüt alacağım”, “usulden haciz yapacağım” diyen avukat arkadaşların istisnasız hepsi muhafaza yapmaya kalkışmasın mı! Çilingir çağırmalar, polis getirtmeler, nakliyeci aramalar gırla gidiyor. Vicdansızlar, beni niye en sona attınız o zaman!
Böyle böyle derken akşama kadar Küçükçekmece, Başakşehir, Avcılar turu attırıyorlar bana. Çoğu bölüm bırakın daha önce ziyaret etmemeyi, “burada da hayat mı varmış” dedirtecek yerler. “Ben burada ineyim” desen, (eğer yolda kaçırıp kesmezlerse) en yakın ulaşım aracı yarım günlük yürüme mesafesinde! Akşam olunca icra memuru, “Beyler bugünlük bu kadar” diyor, “yarın sabah devam edeceğiz.” Eee, benim sıram gelmedi? “Nasıl ya? Ne demek yarın?” sorularıma alabildiğim tek cevap şu: “Oluyor işte arada böyle.” Büroyu arayıp durumu anlattığımda, “Nasıl ya? Ne demek yarın?” sorularının muhatabı ben oluyorum bu sefer. Haliyle “Oluyormuş arada böyle” cevabı onları da tatmin etmiyor. Eğer konuştuğum kişi tünele girmiyorsa (ki aradığım numaranın sabit hat olması bu ihtimali azaltıyordu), fena halde homurdanıyordu. Ne yapalım, önümüzdeki maçlara bakacağız artık…
Ertesi gün yine aynı terane... Muhafaza kapanına bir önceki günün deneyimiyle yakalanmasam da, bu kez de adres çok uzak diye sona atılıyorum. Haydi bakalım Küçükçekmece bölgesinde görmediğimiz nereler kalmış! Hacizler, muhafazalar, görüşmeler derken, kavga gürültü akşam ediyoruz yine. İşin kötüsü icra memuru, “Değerli yolcularımız bizi tercih ettiğiniz için teşekkürler. Bir sonraki yolculukta yine görüşmek üzere” demek için saatine bakmaya başlıyor. Bir kez daha avcumuz boş dönersek, durumu büroya anlatmak mümkün değil. Hakem son düdüğü çaldı çalacak. Sahada hiçbir varlık gösteremediğimi bilmekle beraber, bir son dakika golüyle gelecek üç puanın şampiyonluk yolundaki öneminin de farkındayım.
Bakıyorum ikinci günün sonunda hala sıra gelmiyor, ilk gün icra dairesinde fısıltı şeklinde duyduğum o enteresan cümleyi kuruyorum: “Şarken çayır, garben bayır, icracının hakkını iki kere ayır.” İcra memurunun gözleri parlıyor, bunun ne demek olduğunu gayet iyi biliyor demek ki. Şoföre dönüp, “Avukat beyin işini halletmeden hiçbir yere gitmiyoruz” diyor. On dakikaya haciz mahalline varıyoruz: “Ambarlı Mahallesi Dümbürük Sokak No:10 D:6 Avcılar/İST.” İki günlük eziyetin sonunda işte borçluya birkaç adımlık mesafedeyiz. Ben tüm hazırlıklarımı tamamlamış, borçlunun ümüğünü sıkmak için start verilmesini beklerken icra memuru son kez önüme taş koyuyor: “Avukat bey, bu Dümbürük Sokak’ın tek numaraları Küçükçekmece, çift numaralarıysa Büyükçekmece Adliyesi sınırlarında kalıyor. Sizin numaranız 10 olduğuna göre, siz yanlış yere talimat almışsınız, Büyükçekmece Adliyesi’ne gitmeniz gerekiyormuş.” Yalvarmak, yakarmak, “beni işten atarlar”a, “çocuğumu keserim”e bağlamak fayda etmiyor. Son şans bir dostumun zor durumda kalırsam söylemem için öğrettiği, bütün kapıları açan o sihirli lafı ediyorum bu kez de: “Valar Morghulis.” Sonuç mu? Sadece anlamsız bakışlar…
Dönüş yolunda büroyu arıyorum bir kez daha. Daha ben mahcup bir şekilde “Yine hacze çıkamadım” diyemeden, “Biz de seni arayacaktık” diyor telefondaki ses. Sonra anlatmaya başlıyor. Meğer borçlu geçen hafta icra müdürlüğünün hesabına havale yapıp dosyayı kapatmış; ancak bizimkiler bunu görmedikleri için beni haybeye hacze yollamışlar. “Yarın sabah erken gelirsin, Çatalca’dan hacze çıkılacak” kısmıysa, telefon kapanmadan önce duyduğum son sözler oluyor. “Yaşasın adalet!” diye haykırıyorum, “Ben de senelerce bunun için okumuştum zaten!”