Şu şehir dışı duruşmalarının sadece iki yanını seviyorum: Turistik mekânları gezmek ve yöresel lezzetleri tatmak. Ancak günübirlik ziyaretler çoğu zaman ya bir şeyler yapacak zaman kalmadan ya da yorgunluğun etkisiyle en yakın kafeye yığılarak bitiyor. Ne bir yer gezebiliyorsunuz ne de bir şey tadabiliyorsunuz. İşte 2008 yılında, Kayseri’ye ilk ve son yolculuğum bu beklenti ve tedirginliklerle başladı.
Kayseri’ye vardıktan sonra, yok duruşma, yok dosya kontrolü derken çabucak öğlen oldu. Bir şeyler atıştırmak için adliyeden çıkıp kale tarafına doğru yola koyuldum. Sağ olsun, şehir dışına çıktığımı duyan arkadaşlar araya kendi işlerini sokuşturmayı ihmal etmediğinden, yapacak daha bir sürü iş var. Çok vaktim olmadığından çabuk ve ucuz bir şeyler yiyip geriye kalan tapu, emniyet, vergi müdürlüğü işlerini falan halletme derdindeyim.
Bir restoranın önünden geçerken şöyle bir yazı gördüm: “5 TL’den başlayan fiyatlarla iskender döner.” Bu ne len, ucuzlukçu gibi? “Anadolu’nun gözünü seveyim” diyerek içeri daldım hemen. Tabii hiç kafa çalışmıyor bende. Oğlum Kayseri burası, eşeği boyayıp babasına satacak kadar kurnaz adamların memleketi…
Ben garsona “Beş liralık porsiyondan alayım” dedim. On beş dakika sonra bir iskender getirdi içinde kırmızı et yok. Tavuk etinden yapmış namussuzlar! “Tavuktan iskender mi olur yaa?” diye çıkıştım, “Beyefendi, beş liraya iskender mi olur?” diye cevabı yapıştırıverdi. “Ben” dedim “bunu yemem arkadaş.” Şaşırtıcı derecede nazik bir şekilde, kırmızı etle değiştirmeyi teklif etti hemen. Tam, “müşterinin haklılığı karşısında yola geldiler” diye düşünürken garson baklayı ağzından çıkardı: “Onun porsiyonu yirmi lira ama.” Yuh! Şimdi o kadar atardan sonra tavuğa da devam edemeyeceğimden el mahkûm “Tamam” dedim. Sonra garson devam etti: “Bir, bir buçuk, iki?” Kazığı soktuğu yetmedi, kanırtıyor bir de namussuz! Dedim ki, “En küçüğünden, en ufağından, en mini minnacığından lütfen.”
Dönüş yolunda Kayseri Kalesi’nin önünden geçerken bir arbede oldu. Osmanlı ile ilgili belgesel çeken bir ekip, oyuncuların bir kısmına Bizans askeri kostümü giydirmiş, ellerine de Bizans bayrağı verip kalenin surlarına çıkarmış. Bunu gören esnaf da galeyana gelmiş ve demiş ki, “Bunlar zamanında analarımıza sarkmıştı.” Sonra da saldırmışlar Bizanslılara. Ama valla gâvura vurur gibi vuruyorlar. Esnaf yeri gelmiş, bu kez de Yeniçeri olmuş yani! Hele bir Kara Murat vardı ki, adam göklerden inmedi.
“Len oğlum neyin kafası bu? Bizans yüzlerce yıl önceydi, Bizanslı senin ananı nereden tanısın?” diyecektim ama baktım araya girmeye çalışanları da, “Bizans dostu kahpeler” deyip dövüyorlar, bulaşmadım tabii hiç. Anladım ki, Kayseri bu konuda biraz hassas, kimsenin anasını olaya karıştırmayacaksın. Tabii, sen bir şey yapmasan da arada kaynama ihtimalin her daim mevcut. Hemen uyarayım, kostüm riski artırmakta!
Akşam saatlerinde işlerim bitince bu kez düzgün bir yerde, yöresel bir şeyler yemeye karar verdim. Tabii akla ilk Kayseri mantısı geliyor. Vergi müdürlüğünden çıkarken oradaki görevliye önerebileceği bir mantıcı olup olmadığını sordum. Sağ olsun adamcağız benimle epey bir ilgilendi. Dedi ki, “Çok güzel bir yer var. Atatürk Stadı’nın orada inip arka tarafa doğru yüz, yüz elli metre yürüdün mü görürsün. Zaten oraya gidince kime sorsan gösterirler. Böyle mantıyı küçücük ve çok lezzetli yapıyorlar. Ayrıca kaliteli, temiz, ucuz bir yer. Orada mantının tadına bakmadan İstanbul’a dönmeyin sakın. Restoranın adı, Ananın Yeri.”
Normal şartlarda bunu duyan birisi, “Ananın Yeri diye restoran mı olur hacı?” diye sorar. Hani, Remziye Bacının Yeri, Mesude Ananın Yeri, Güner Hanımın Yeri falan diye restoran olur da, Ananın Yeri nedir arkadaş? Tabii ben yorgunluğun, açlığın ve öğlen iskendercide yediğim sağlam kazığın etkisiyle, “ucuz bir yer” bölümünden sonraki sözleri tam dinlemedim bile.
Atladım otobüse, stadın arkada indim. Yüz, yüz elli, iki yüz, iki yüz elli metre... Yürü babam yürü, yok restoran. Sonunda pes edip, yolda gördüğüm ilk kişiye restoranın yerini sormaya karar verdim. Şansıma tüküreyim ki, bulduğum adam ne Kayserili’ymiş ne de muhiti biliyormuş. Restoranın adını duymamış bile. Aramızdaki konuşma şöyle başladı: - Selâmün aleyküm hemşerim.
+ Ve aleyküm selam.
- Hemşerim, ben Ananın Yeri’ni arıyorum.
+ (Sessizlik ve zoraki bir gülümseme)
- Buralarda çok ünlüymüş, “kime sorsan gösterir” dediler.
+ (Sessizlik ve beleren gözler)
- (Hala çıkaramadığı düşüncesiyle) Hani böyle kaliteli, temiz, ucuz?
+ (Homurdanma ve sıkılan yumruklar)
- (Parmağımla göstererek) Böyle küçücük ve lezze...
Cümlemi bitirmeye kalmadan adam, “Yeter ulan!” diye bağırarak üzerime atladı. Can havliyle, “Yetişin, adam öldürüyorlar” diye haykırmışım. Etraftan birileri imdadıma yetişti de, adamın elinden zar zor aldılar beni.
Ben ayağa kalkıp üzerimi temizlerken yardıma gelenlerden birisi kavganın neden çıktığını sordu bu kez. “Ananın Yeri’nden” cevabını alınca da, “Anama haa!” diye bağırıp bu çıktı bu sefer de üzerime. Arkadaş bir mantı yiyeceğiz, Şarlo gibi yerlerde sürüyorlar beni! Neyse ki aralarından Ananın Yeri’ni bilen birileri çıktı da araya girip tatsızlığı bitirdi. Sonrasında bir güzel restorana nasıl gideceğimi anlattılar. Stadın oradan yürümek söylendiğinden uzun sürüyormuş meğerse. Restorana minibüsle gitmemi tavsiye edip, acıdıklarından olacak, binene kadar da beklediler.
Minibüse binince şoför, “Nereye hemşerim?” diye sordu. Elline bir ellilik sıkıştırıp, “Ananın Yeri’ne” dedim; “İstanbul’a dönmeden biz de bir tadalım bakalım anlattıkları kadar iyi miymiş...”