top of page
OZAN GÜLHAN

Panik butonu

Geçenlerde Türkiye Barolar Birliği’nden “Lütfen iki dakikanızı ayırıp anketimize katılır mısınız?” diye bir mesaj geldi. Meraklı bir adam olduğumdan, “İki dakika köpeğiniz olsun” deyip tıkladım hemen linke. Bir baktım şöyle bir soru: “Şiddete uğradığınız veya kendinizi tehlikede hissettiğiniz anda kullanacağınız, telefonunuza yüklenecek ‘Avukat Güvenlik Düğmesi’ hizmetinden küçük bir ücret karşılığında yararlanmak ister misiniz?” Bakmayın siz o fiyakalı “Avukat Güvenlik Düğmesi” ismine, bildiğiniz “panik butonu” işte. Bana sorarsanız, yerinde bir uygulama. Her avukatın şiddete uğradığı, tehdit edildiği ya da kendini tehlikede hissettiği bir dönem mutlaka olmuştur çünkü. Tabii benim de…


Bundan beş sene kadar önce, baktığımız yüksek meblağlı ve tehlikeli birkaç dosya vardı. Davalar ilerleyip, her birinde ibre bizim tarafa dönünce tehditler başladı önce. Arayıp “o işin peşini bırak, yoksa sonu kötü olur” diyenler, telefona tehdit mesajları gönderenler, ölüm temalı mektuplar yollayanlar... Evet arkadaş, ben de şaşırdım. Elektronik çağ falan diyorlar ama mektup hala ölmemiş!


Biz bu tehditleri kale almayıp davalara devam edince, en son bir akşam geç bir saatte bizim büroyu bastılar. Ben o esnada büroda tek başımayım ama aklım sıra temkinliyim de. Kapı çalınca kim gelmiş diye kapı deliğinden kontrol ettim önce. Kapı deliği diyorum bak. Adamlar kriptolu mesaj gönderip bizi kalbura çevireceklerini söylüyor; bense bu adamlara karşı kendimi kapı deliğiyle savunuyorum. Dâhiyane! Demek ki zamanında biraz hayvanat bahçesi deneyimim de olsaymış, TÜBİTAK’a başkan olacak adammışım!


Baktım delikten, ince-uzun, takım elbiseli, temiz yüzlü bir vatandaş var kapıda. “Bundan zarar gelmez” deyip, açtım kapıyı. Namussuz meğer mafyanın reklam yüzüymüş; diğer adamlar asansörde saklanıyormuş. Kapı açılınca hep beraber yüklenip içeri girdiler. Ellerindeki beysbol sopalarını görünce “Kahrolsun Amerikan emperyalizmi” diye bağırayım dedim. Ben daha Amerika’ya gelemeden Bulgaristan sınırından çevirdiler beni. Ardından bir sürü sopa yiyip kendimden geçmişim.


Dayak faslı ayılınca da devam etti. “Ölü taklidi yapayım, belki bırakırlar” diye düşündüm bir ara, on dakika daha dövdüler. Bak, nasıl bir meslek aşkı var heriflerde! Bunlar durmayınca, “Ölüye de mi saygınız yok p.zevenkler” diye bağırıp ayağa kalktım. Bu kez de gülüp, fatiha eşliğinde dövdüler. Öyle bir içten okudular ki, ben bile ölü müyüm, sağ mıyım emin olamadım.


Kendime gelince, “Oğlum, olayınız ne sizin?” diye sertçe çıkıştım bu kez. O kadar dayağı yiyince insanda korku falan kalmıyormuş hiç. “O davayı bırakacaksın” dedi başları olacak adam. “Hangi dava?” diye sorunca da, “Sen bilirmişsin onu” şeklinde devam etti. “Bilmiyorum” dedim, “Ne demek bilmiyorum, sen bizimle dalga mı geçiyorsun ulan” diyerek üzerime yürüdüler. Arkadaş, bildiğiniz adam dövmeye yer arıyorlar.


Baktım iş ciddi, eldeki dosyaları düşünmeye başladım hemen. Belediye başkanının ihale yolsuzluğu, ilaç firmasının SSK dolandırıcılığı, Pendik’teki arazinin satışı, yeni boşanan varlıklı çiftin mallarının paylaştırılması. Sondan başlayarak, “Siz” dedim, “mal paylaşımı işinden mi bahsediyorsunuz?” Cevaben, “Sen malların İstanbul’a geldiğini nereden biliyorsun lan?” dediler. Daha ilk tahminden iş b.ka sarınca, devamını getirmedim tabii.


“Çok oyalanmayalım, daha uğrayacağımız bir sürü yer var” dediklerini duyunca, “Lafa bak, garibanlara ekmek dağıtıyor sanki şerefsizler!” diye söylendiğimi hatırlıyorum son olarak. Haa, bir de; iki ileri, iki geri giden adamı. “Ne yapıyor len bu manyak?” diye düşündüm, sonra çaktım olayı. İki ileri, iki geri, çarpı, üçgen; fatality deniyor p.şt! Beceremeyince yumrukla bitirdi. O açılışa bu son hiç yakışmadı tabii. Gururunu kırmak için “İnsan biraz çalışır gelir g.t” demek istedim ama yamulmuş ağzımla şöyle bir şey diyebildim ancak: “İvan ivaz valşır ivir vöt.” Bu sözlerimden sonra, “Tamam, oldu bu” deyip gitmişler.


Ben bunları hep sonradan hatırlıyorum ama. Kendime geldiğimde, bir baktım yalnız başıma bizim bürodayım. Babamı arayıp, “Ben büronu çok beğendim, hukuk yazıp avukat olmak istiyorum” demişim. Anlayacağınız adamlar hangi davayı bıraktıracaklarını söyleyemeyince, iş temiz olsun diye liseye döndürene kadar dövmüşler beni. Davayı değil, komple avukatlığı bıraktırmışlar. Profesyonelliğe bak ya, hayran olmamak elde değil. Adamlar o kadar işin ehli ki, çalışanım olsalar yemin ederim çıkarır prim veririm.


Nietzsche çok haklı bir şekilde “Canavarlarla savaşırken, onlardan biri olmamak için dikkatli olun” diye buyurmuş. Bu nedenle, büronun basılması olayından sonra “tanıdıklar”ın, “siz bırakın, biz bu işi onların anlayacağı dille halledelim” yollu tekliflerini bir çırpıda reddettim. Sorunu kaba kuvvetle değil, kendi yöntemlerimizle çözmeye karar verdik. Sonra ne mi oldu? Tüm davaları kazanıp, bize adamları gönderdiğinden şüphelendiğimiz herkesin çanına ot tıkadık.


Büroyu basanları ise birkaç ay sonra ifade için gittiğim bir karakolda gördüm. Bu kez yanlış bir kapıyı çalmış olacaklar ki, kapıyı açanlar ellerini biraz fazla kaçırıp fabrika ayarlarına döndürmüş bizimkileri. Bunlara selam verdim ama devamlı müşterileri olmadığımdan olsa gerek tanıyamadılar beni. Yanlarına gidip kendimi tanıttım. Sonra da dedim ki, “Sizi Türk adaletine teslim ediyorum.” Adamlar, “Abi, döv bizi, öldür bizi ama b.kunu yiyelim o kadar gaddarlaşma” diye yalvardılar. Nah size... Şimdi onlar düşünsün!..


Not: Son dönemde Çağlayan Adliyesi’nde avukatların maruz kaldığı polis şiddetinin ardından panik butonunun gerekliliği konusundaki görüşlerim tamamen değişti. Len manyak mıyım ben o butona basayım? Çağırayım polisleri de gelip, yarım kalan işi tamamlasınlar değil mi!

- Amirim, yaralı avukatmış.

+ Sık kafasına öyleyse p.zevengin. Ona ihtiyaç yok. Biz kendi kendimizin avukatıyız zaten!

75 görüntüleme
bottom of page