Bugüne değin merak ettiğim birçok soru oldu. Bir kısmının cevaplarını zaman içinde öğrendim: Alper Tunga öldü mü, ıssız acun kaldı mı? Öldü, kaldı. O çocuğun babası öyle pasta yapmayı nerden öğrenmiş? Komşunun kızıyla aşna fişna. Şiddetli açlık çekiyorsak karımızı yiyebilir miyiz? Daha yemeğe çok varsa; atıştırın, açlığınızı yatıştırın. Avukat olunca üç yıla kalmadan evimi, arabamı rahat rahat alırım değil mi? Hee hee.
Hayatımdaki tüm esrar perdeleri teker teker aralanırken, geriye yanıt aradığım sadece iki soru kaldı: 1. Selçuk Şahin o kadar sene Fenerbahçe’de nasıl oynadı? 2. Farklı saatlerdeki duruşmaların hepsi nasıl olup da aynı anda başlıyor? Şu anda evrendeki en gizemli olaylar bunlar bence. En çok da sonuncusu kafamı kurcalıyor. Hatta cebime biraz para koyabilsem, Norveçli uzmanları bulup getireceğim; “Bırakın balıkçıların ellerindeki çatlakları da önce şunu bir inceleyin kardeşim” diyeceğim. İsviçre’deki bilim adamlarının karşısına çıkıp, “Karanlık maddeyi dedem de bulur, asıl bu duruşma işi ne ayak oğlum?” diye söyleneceğim.
Geçenlerde Çağlayan Adliyesi’ndeki dört ayrı mahkemede duruşmalarım vardı. “Niye bu kadar duruşmayı aynı güne aldın ki?” diye sormayın. Birini ben almışım, diğerini yetki belgesiyle duruşmaya soktuğum arkadaşım, birinin son duruşmasında mazeretliymişiz, diğerininse daha ilk duruşması…
Gireceğim duruşmaların saatleri, mahkemeleri ve bulundukları yerler şu şekildeydi:
09.00 – Ağır Ceza Mahkemesi (Zemin Kat – C Blok)
09.30 – İş Mahkemesi (3. Kat – B Blok)
10.15 – Asliye Ceza Mahkemesi (5. Kat – D Blok)
11.45 – İcra Hukuk Mahkemesi (-1. Kat – B Blok)
İlk duruşma saat 09:00’da olunca, haliyle sabahın köründe yola çıkıp, adaletin şafağında adliyeye vardım. Duruşmaların çakışmasını engellemek için mecbur biraz erken gelmek gerekiyor. Mübaşirle konuşacaksınız, duruşma listesine “burada” anlamındaki sihirli B harfini koyacaksınız, yanına da gerekirse aranmak üzere telefon numaranızı ekleyeceksiniz falan filan…
Ön hazırlıkları bitirdikten sonra, 09.00’daki ağır ceza duruşmasını beklemeye başladım. Saati geldi, geçti; fakat bir hareket yok. Tutuklular vardıkça dosyalarına öncelik tanıyıp, benim dosyayı sürekli geriye attılar. Saat 09.30’a kadar bekledim, baktım tutuklular bitecek gibi değil, iş mahkemesine çıktım. Ancak orada da tanıklı dosyaları başa koymuşlar, dosyalar ağır aksak ilerliyor. Mecburen ağır ceza ile iş duruşmasını birlikte takip etmeye başladım.
Böyle böyle saat 10.15 olunca, asliye ceza mahkemesine çıktım. Ancak hâkim duruşmalara geç başladığı için orada da duruşmalar epey bir kaymış. Bu sefer bir ağır cezaya, bir işe, bir asliye cezaya gitmeye başladım. Bir ona, bir ona, ver allahım ver. Farklı katlarda, farklı bloklarda koşturup duruyorum. Arada bu maratona kendimi fazla kaptırıyorum, koşu esnasında kenarda gördüğüm su şişelerini kapıp kafamdan aşağı döküyorum falan.
Ben duruşma salonları arasında git-gel yapıp, mübaşirlere tekrar tekrar dil dökerken saat oldu 11.45. Bir de icra hukuk dosyası çıktı başımıza, iyi mi? Bu sefer -1 ile 5. katlar arasında, B, C ve D blokların içinde mekik dokumaya başladım. Aşağıya in, yukarı çık, bir o uca git, bir bu uca... Deliğe bir türlü sokulamayan bilardo topu gibi oradan oraya, oradan oraya… Asansör beklemek çok zaman alıyor, yürüyen merdivenler yolu uzatıyor diye normal merdivenleri kullanıyorum bir de. İki saat içinde bacaklar oldu Roberto Carlos! Diyeti, sporu bırak, on gün Çağlayan’da böyle duruşma kovala, yaza bikini garanti!
Ben böyle dolanıp dururken, asliye ceza mahkemesinin orada cırtlak bir ses duydum: “Batmaaaan!” Sağa sola baktım ama telaş içinde sesin nereden geldiğini anlayamadığım için tekrar aşağıya indim. Hızlı bir tur attım ama yeni bir şey yok. Ağır cezada hala tutuklular dinleniyor, iş mahkemesinde tanıklar hikâyeye “önce gaz ve toz bulutu vardı”dan başlıyor, asliye ceza hâkimi kelime başına para alıyormuş gibi tüm ifadeleri uzun uzun zapta geçiriyor, icra hukuk mahkemesi ise ayrı bir dünya zaten!
Ben koştura koştura tekrar asliye ceza mahkemesinin önüne gelirken yine aynı ses: “Batmaaaan!” Etrafa dikkatlice bakınca, karşıdan el sallayan küçük çocuğu fark ettim. Onu gördüğümü anlayınca bu sefer de yanına gideyim diye bağırıp çağırmaya, şımarıp yerlerde yuvarlanmaya başladı. Daha çocuğun şovu bitmeden, annesi yanlarına gitmem için el kol işareti yapıp, “Petmen” diye bağırdı. Ne olduğunu anlayamadığımdan, merak içinde o tarafa yürüdüm. Meğer koyu gri takım elbisenin üzerine giydiğim siyah cübbe, ben deli deli koştukça arkamdan pelerin gibi havalandığından, çocuk beni Batman sanmış. Kısa bir konuşmanın ardından onun da Superman olduğunu anladım. Çocuk oyun derdinde, kötü adamları dövecekmişiz. Yapma çocuğum, etme çocuğum, işe yaramadı. Yapıştı cübbeye bırakmıyor. Nuh diyor, peygamber demiyor. Bu esnada arkadan duruşmaya kovalayan nice Batmanler, nice Flashlar geçti.
Çocuk yetmezmiş gibi bir de anası başladı sonra: “Petmen amcası, bizimgiynen iki dagga oynayıvesen olma mı?” Yahu, Martha Ablacım, dalak şişmiş, ter k.çımdan akmış, daha duruşmalara girememişim, işim başımdan aşkın, çocuğunla nasıl ilgileneyim. Acelem olduğunu, acil gitmem gerektiğini söyleyince abla bozuldu biraz ama yapacak bir şey yok. El mahkûm ayrıldım yanlarından.
İşte böyle böyle saat 12.30’e kadar koşturup durdum. Duruşmaların hepsi neredeyse aynı anda başladı. İlk olarak, ağır cezada duruşmadayken, iş mahkemesindeki duruşmayı kaçırdım. Asliye ceza mahkemesi mi? Süleyman Demirel gibi üç kere gittim, dört kere döndüm. Her seferinde çocuğa yakalanmamak için pelerinin arkasına saklandım. En sonunda onun da duruşmasına girdim. Ancak bu sefer de icra mahkemesine yetişemedim. Neyse, tüm dosyalara önceden mazeret bırakmıştım da günü öyle kurtardım.
Duruşmalar biter bitmez gönlünü almak için tekrar Superman’in yanına koştum. Ancak ne yazık ki, kimseler yoktu. Tahminen adliyeye gazeteci Clark Kent olarak geldiği için tutuklayıp, Silivri’ye gönderdiler çocuğu. Annesi ne oldu acaba? Ben çaktırmadan yanlarından geçerken en son kendi kendine, “Boyu bosu devrilesice Petmen, boşu boşuna aglattı cocugu o gadan” diye söyleniyordu. Superman çocuğu değil de kendisi olsa, kesin gözlerinden ışın çıkarıp yakardı beni vicdansız... Kriptonlular işte, insanlık ne gezer…