top of page
  • OZAN GÜLHAN

Düğün mevsimi

Mevsimler dörde ayrılır: Sonbahar, kış, ilkbahar, düğün. Evet, yanlış duymadınız, düğün! Bize ilkokuldan beri mevsimleri hep yanlış öğretmişler. Düğün mevsimi diye bir şey var. Mayıs ayı gibi başlayıp Eylül sonuna kadar devam ediyor. Bu mevsimin iklimi, kavurucu sıcak, aşırı nem ve buram buram ter; bitki örtüsü ise kırmızı kurdele üzerine çeyrek altın ve kağıt paradır. Mevsimin diğer ayırıcı özellikleri ise; abiye, straplez, sim, papyon, halay, yolu bulamayanları almaya giden kardeş ve kafasında kravatla oynayan sarhoş dayı şeklinde sıralanabilir.

Benim bu mevsimle tanışmam, üniversiteden mezun olduktan sonraki sene ona yakın tanıdığın evlenmesiyle başladı. “Hadi bu sene böyle geçti ama önümüzdeki sene rahatlarız en azından” diye düşündüm. Ertesi sene oldu, yine aşağı yukarı aynı sayıda kişiden davetiye geldi. Sonraki sene en az bir o kadar düğün daha… Bitmeyi bırak, azalmıyorlar bile. Araya kaynak yapıp ikinci üçüncü tura dönenler ile nikâhı ayrı, düğünü ayrı yapanlar ise gereksiz yere sayıyı artırıyor bir de.

İşin sıkıntılı tarafı şu ki, ben öyle nikâh, düğün gezmelerini seven bir adam değilim. Ben sevmiyorum ya, Küçükyalı’da otururken belediye geldi inadına bizim evin önüne nikâh dairesi açtı. Eşeğin istemediği ot burnunun dibinde bitermiş. O kadar yakın ki, bildiğin biraz sarksan oturma odasından kolunu uzatıp takı törenine katılabilir, hatta bacaklarını pufa uzatıp televizyon seyrederken şahitlik bile yapabilirsin. Böyle yakınında olup nikâha gitmezsen de iki kat ayıplıyorlar. O nedenle, elimizden geldiğince hepsine katılıyoruz.

Bu işler öyle iki dakikalık işler değil ama. Bir hazırlık süreci var. Her nikâhın ya da düğünün öncesinde evde incelemeler başlıyor mesela. Anneye ulaşılabiliyorsa iyi ama eğer bu imkân yoksa ilk olarak “Bizim nikâhta kim ne takmış” başlıklı kara kaplı defter açılıp, notlara bakılıyor. Gerekirse düğün videosu tekrar izleniyor. Erman Toroğlu ile Şansal Büyüka gibi ileri geri sarılarak takılanın ne olduğu değerlendiriliyor. Gram altın takılıp ofsayta mı düşülmüş, çeyrek altının tamamı çizgiyi geçmiş mi, yoksa yarım altınla ceza sahası içinde kırmızı kartlık bir hareket mi yapılmış, hepsi tek tek inceleniyor. O bitiyor, “ne giysek” başlıyor. “Bu elbiseyi Tülin’in düğününde giymiştim, şunu Hikmet Abi’ninkinde, diğerini Seval’in görümcesininkinde” bölümünü dinliyorsunuz. Tam bitti gibi geliyor, bu kez de “Kalk bir tıraş ol, papaz gibi gitme öyle” safhasına geçiliyor. Bitti denmeden bitmiyor yani!

Yine bir gün bizim evin oradaki evlendirme dairesinde bir avukat arkadaşın nikâhı vardı. Giyindik, hazırlandık, tam evden çıkacağız, hanım tutturdu arabayla gidelim diye. Topuklu ayakkabı giymiş, yürüyemezmiş. Nikâh salonunun yürüyerek bir dakika sürdüğünün tekrar altını çiziyorum, o kadar yakınız yani. Nuh dedi, peygamber demedi. Mecbur atladık arabaya, yola çıktık. Yola çıktık diyorum, çünkü trafik nedeniyle yol neredeyse yarım saat sürdü. Vardık, bu sefer de arabayı park edecek yer yok. En sonunda dayanamayıp, arabayı yolun ortasına bıraktım. Hayır, zaten çekici çağırsalar gelmesi en az bir saat. O kadar zamana zaten yüz kere kıyılır nikâh.

Geciktiğimizi düşündüğümüzden hafif panik olmuş şekilde hızlı hızlı davetiyede yazan salona girdik. Bir baktık ki, nikâh bitmiş, gelinimiz Ulubatlı Hasan edasıyla elindeki evlilik cüzdanını sallıyor. Damat desen balkon konuşmasında, sanırsın tek başına iktidar olmuş. Damadı daha önce sadece bir kez gördüğümüzden tam çıkaramadık. O yüzden doğrudan arkadaşımız olan geline odaklandık. Bizimkiler olmadığını anlayınca da rahat bir nefes aldık. Son dönemde geç kalınmasın diye davetiyeye nikâh saatinin en az yirmi dakika erken yazıldığını bildiğimizden tam vaktinde geldiğimizi düşündük.

Neyse, bahsettiğim nikâh bitti, salonu boşalttılar. İlk gelmiş olmanın verdiği gazla gittik en öne oturup, bir sonraki nikâhı beklemeye başladık. Arkadaş en önde ne işin var değil mi? Anası mısın babası mısın evlenenlerin? Yok, b.k varmış gibi gidip en ön öne kurulduk. Ardından yavaş yavaş birileri gelmeye başladı. Biz de tahmin yürütüyoruz. “Bu” diyoruz, “damadın ailesinden herhalde. Tanıdık kimseye benzemiyor.” Başkası giriyor, “Hah, bu kesin kızın abisi falan olmalı. Baksana gözler aynı” diye devam ediyoruz. Kim kız tarafı, kim erkek tarafı şıp diye anlayıveriyoruz!

Bu esnada bir yandan da slayt gösterisi başladı. Bebekliklerinden başlayıp şimdiki hallerine kadar gelen fotoğraflar arka arkaya akıyor. Hani insan ölürken hayatı böyle film şeridi gibi geçer diyorlar ya, o hikâye herhalde. Fotoğraflara bakıyoruz, gelin tamam da damatta bir sorun var gibi. Hatırladığımız kadarıyla damat epey bir esmerdi. Resimlerdeki bebekse bildiğin sarışın. Ben gerilimi dağıtmaya çalışıp, abimin de bebekken sarışın olduğunu, sonra zamanla esmerleştiğini anlatıyorum hanıma. Anlatıyorum anlatmasına da içime de bir kurt düşüyor. Tamam, damat bir Alex değil belki ama Dirk Kuyt kadar sarışın da olmamalı sonuçta.

Fotoğraflar akmaya devam etti, bebek beş yaşına geldi ama hala sarışın. Allah allah. On oldu sarışın. Biz hala bir mucize bekliyoruz, ne olacak da bu çocuk kararacak diye. On beş sarışın. Ateşli bir hastalık mı geçirecek acaba? Yirmi... Bu saatten sonra saçlarının kararma ihtimali olmadığından, sarı saçlı, esmer tenli Tarık Mengüç'ü beklemeye başladık. Efendim, yirmi beş yaş derken, gelinle damat salona girdi. Haydaa… Damat açık tenli sarışın bir adam, gelinse kızıl mı kızıl saçlı bir kadın. Len bunlar yine bizimkiler değil!

En önde oturduğumuzdan koltuğa gömülüp kaldık. Bir tarafımızda kızın annesi ağlıyor, öbür tarafımızda damadın babası alkış kıyamet. Tarık Mengüç sahneden bizim tarafa göz kırptı. Karşılık vermesen ayıp olur. Ben ona el salladım, nikâh şahidine gitti; öpücük yolladım onu da memur kaptı. Ortam çok karışık anlayacağınız. Kalkalım dedik, kamera ve fotoğraf çekimi yapılıyor diye kalkamadık da. Bunlar evlenene kadar biz de mecburen verdik alkışı, verdik coşkuyu. Hanım bir yandan kaptırmış kendini, “Gelinlik de ne kadar yakışmış, dantel işlemesi ne kadar güzel olmuş canım yaa” falan diyor. Koyun can derdinde, kasap et derdinde! Gelin de arada üstüne basıyorum diye damadın ayağını kırdı herhalde. Böyle çatırtı başka türlü çıkmaz yani.

Bu ekip de çıkıp gitti, biz yine kaldık bir başımıza. Yeni bir slayt şov, yeniden gelen giden davetliler... Ancak bu kez esmer bir bebekle başladılar. Haydi oğlum kemik, bu sefer bizimkiler gelecek inşallah. Resimler ilerledikçe, bir oh çektik, sakinleştik. Ulan resimler aktı, aktı, yine en sonunda tanımadığımız bir gelinle damat çıktı sahneye. Artık dayanamadım, verdim küfrü, verdim küfrü. Olay çıkarmama izin vermeden hanım zar zor dışarı attı beni. Dalga mı geçiyorsunuz oğlum siz? Ben nikâh sevmiyorum ya, arka arkaya üç ayrı nikâh izlettiler. Bildiğiniz hat-trick yaptırdılar. Hâlbuki 1-0 olsaydı da, bizim olsaydı keşke!

Baktık olacak gibi değil; nikâhtan ümidi kesip, araştırmalarımıza takı törenlerinin olduğu tarafta devam etmeye karar verdik. Geze geze, sora sora bizimkileri bulduk. Meğer ilk girdiğimiz nikâh bizimkilerinmiş. Ulubatlı Hasan dediğimiz gelin de bizim arkadaş. Kızcağız nikâh öncesi forma girmek için yirmi kilo verip, üstüne saçlarını tavana dikip, bir de yüzüne makyaj adı altında beş katlı apartmanın tüm çatlaklarını kapatacak kadar (üç kutu dyo) boya sürünce haliyle tanıyamamışız. Biz takı töreni biterken yetiştik ama neyse ki onlar da evleniyor olmanın verdiği stresle hiçbir şeyin farkına varmadılar.

Nikâh salonunu terk ederken Tarık Mengüç'ün annesi arkamızdan, “Geldiler, en önde şov yaptılar, takı törenine katılmadan kaçıyorlar. Kız tarafının akrabaları işte, ne olacak!” gibi bir şeyler söyledi. Teyzeciğim ülkenin birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğu şu günlerde söylenecek sözler mi bunlar! Tamam, arada çaktırmadan Mengüçlerin nikâh şekerlerinden yürütmüş olabilirim belki ama bu benim en doğal hakkım değil mi? Haybeye mi alkışladık ulan o kadar! Hanıma dönüp, duysunlar diye sesli sesli “Görümce çok abartılı giyinmiş, damat da epey kısaymış” dedim. Oh olsun. Sizi gidi şakşuka şakada şukalar sizi…

Etiketler:

92 görüntüleme
bottom of page