Geçenlerde baro servisinde karşılaştığım, mesleğe yeni başlamış iki avukat arkadaş, Çağlayan Adliyesi’nden Kartal Adliyesi’ne gidiyorlar diye bir alay söyleniyordu. Keşke tek adliye olsaymış da, bu kadar yol gitmek zorunda kalmasalarmış. Lafa karışmamak için kendimi zor tuttum. Bilmiyorlar sanırım ama birkaç sene önceye kadar İstanbul’da onlarca adliye bulunuyordu. Her ilçede adliye olması bir yana, bazılarında üçer dörder ayrı blok vardı. Öyle çok yakın da değillerdi bunlar. Kadıköy Adliyesi, Bahariye’den Hasanpaşa’ya; İstanbul Adliyesi, Sultanahmet’ten Levent’e kadar yayılmıştı. Çoğu zaman sabahtan bir çıkardık, akşama kadar üç dört adliye gezip büroya öyle dönerdik. Ömrümüz adliyeler arasında geçerdi. Hele bir de adliyelerin yerini bilmiyorsan aldın başına belayı, uğraş dur.
Hatırlıyorum da, bir keresinde iş mahkemesine son günlü bir harç yatırmak için Üsküdar’daki Çiçekçi Adliyesi’ne gitmem gerekmişti. Ben ilk defa gideceğim için, yola çıkmadan önce büroda yol tarifi verip, üstüne bir de kroki çizdiler. Bildiğiniz, arada deredeki saçma sapan bir apartmana adliye kurmuşlar. Zar zor da olsa buldum adliyeyi. Kaleme çıkıp, harcı da kestirdim. Buraya kadar her şey güzel. Gelgelelim, para yatıracağım ama vezne yok. Yukarı çıktım, aşağı indim, tüm katları dolaştım, bulamıyorum. Baktım olacak gibi değil, bir memura veznenin yerini sordum. Meğerse vezne Doğancılar Adliyesi’ndeymiş. “Veznesiz adliye mi olur ulan!” demeyin. Bir dönem yokmuş, ben de bahtsız bedevi olarak o zamana denk gelmişim işte.
Memur o bölgeyi çok iyi bilmediğimi anlayınca, Doğancılar Adliyesi’ne nasıl gideceğimi tarif etmeye başladı. “Bilmem nerden sağa dönersin, bilmem nerden yukarı doğru ilerlersin, bilmem nerden soldaki yolu takip edersin” falan diyor çok güzel de, ben zaten o söylediği yerlerin hiçbirisini bilmiyorum. Emme basma tulumba gibi kafa sallayıp durdum karşısında. Tarifin sonunda, “Zaten biraz yaklaşınca kime sorsan gösterir” dedi de içime biraz su serpti. Öyle akıllı telefondur, GPS’tir falan yoktu belki ama kime sorsam gösterecek insan gücü ne güne duruyordu!
El mahkûm düştüm yollara. Bir yerlerden girdim, bir yerlerden çıktım; fakat en son bir çıkmaz sokakta buldum kendimi. Çok da iyi gidiyordum hâlbuki. Baktım olacak gibi değil, yoldan geçen birini durdurup, adliyenin yerini sordum. “Buradan git, dört yüz metre sonra yine sor” dedi. Orada kime sorsam gösterirmiş. Söylediği kadar gittim, sordum. Bu sefer de, “Şu tarafa doğru git, iki yüz metre sonra tekrar sor” cevabını aldım. Orada da kime sorsam gösterirmiş. Haydi hayırlısı. İki yüz metre gidip, yine sordum. “Şimdi böyle dümdüz git, üç yüz metre sonra ilk gördüğün kişiye sor” dediler ve devam ettiler: “Kime sorsan gösterir.” Gerçekten kime sorsam bir yerleri gösteriyordu ama adliye hariç! Nereye gittiğimi merakla beklemeye başladım; çünkü g.tün g.tün Edirne’ye doğru ilerliyordum sanki.
Son vardığım yerde bir kez daha sordum ama bu defa, “Hocam sen çok yanlış gelmişsin” yanıtıyla karşılaştım. Haydaa… Neyse ki, “Ben de adliye tarafına gidiyorum, gel seni götüreyim” diye ilave etti. Şansım dönmeye başlamıştı sanki. Takıldım hemen adamın peşine, epey bir yürüdük. Sonunda, “İşte burası” deyip eliyle bir yeri gösterdi. Ulan kafayı kaldırıp bir baktım ki, Çiçekçi Adliyesi’ne geri getirmiş beni p.zevenk! Arkadaş, bilmiyorsan, “bilmiyorum” de, değil mi! Yok, illa yardımcı olacak!
Adliyenin kapısındaki polisten bir daha yol tarifi alıp, tekrar yola düştüm. Yürüdüm, yürüdüm, tam yaklaştığımı hissederken yine saçma sapan bir yerlerde buldum kendimi. Yoldan geçenlere sormaya başladım ama bırakın Üsküdarlı’yı, İstanbullu’ya denk gelemiyorum bu defa. Hele bir Rizeli amcayla karşılaştım ki, evlere şenlik. “Selamlar amca, Doğancılar Adliyesi’nin yerini biliyor musun?” diye sordum, “Hayirdur?” şeklinde bir karşı soruyla cevap verdi. O nasıl bir cevaptır yahu? Saf saf adliyeye niye gittiğimi anlattım ben de. Hukuk fakültesinden başlayıp, avukatlığa, oradan da kıdem tazminatının üzerine yatan zalim patron ve iş davasına kadar her ayrıntıyı tek tek açıkladım. Sonra adliyenin yerini bir daha sordum. “Bilmiyrum” dedi. Meğer sohbet edecek adam arıyormuş. Ölür müsün, öldürür müsün!
Başka bir teyzeye sordum ardından. Bir şey gösterecekmiş gibi balerin edasıyla kendi etrafında bir 360 derece döndükten sonra, “Yaa” dedi, “ben çıkaramadım da, şurada bir emlakçı var, o bilir herhalde.” Emlakçıya girdim, adam daha iki gün önce taşınmış, buraları pek bilmiyormuş. Yanındaki nalbura yönlendirdi. İçeri girdim, usta mal almaya gitmiş, sadece çırak var. Adliyeden bihaber zaten. İndirim yapmışlar, “Boru lazım mı abi?” diye soruyor bir de. Sen al o boruyu… Tövbe tövbe! Çıkıp karşıdaki elektrikçiye gittim. “Çok yanlış gelmişsin, sen şimdi buradan dön” diyerek Çiçekçi Adliyesi’ni tarif etmeye çalışınca zor attım kendimi dışarı. Bir kere tongaya düşmüşüz tamam da, bir daha yer mi ulan Anadolu çocuğu!
Ben bildiğiniz bohçacılar gibi dükkân dükkân gezmeye başladım. Yahu nasıl bir işse ya adliyenin yerini kimse bilmiyor ya da o kadar çok adres sormuşlar ki herkes başından savmaya çalışıyor. Hayır, işin kötüsü etrafta taksi falan da yok. Güç bela bir tane boş taksi buldum, o da karşının taksisi çıktı. Durumu benden beter, köprüye nasıl çıkacağını soruyor. Bir taraftan da bir o yana bir bu yana yürümeye devam ediyorum. Ulan muhiti zaten bilmiyordum, iyice karma karışık oldu kafam. Doğancılar Adliyesi’ni geçtim, geldiğim Çiçekçi Adliyesi’ni bile kaybettim. Aslında şimdi düşünüyorum da, öyle pek kaybolunabilecek yerler de değil hani. Zor olanı başarmışım her zamanki gibi.
Sonra bir efsane çıktı birden ortaya. Kuruyemişçi Faruk diye birisi varmış. Çok yaşlı, çok bilge bir adammış. Bilgelikten mi yaşlılıktan mı bilinmez ama arada leblebiyle, kuru kayısıyla falan konuştuğu da oluyormuş. Ancak buranın en eskilerinden olduğundan, tanımadığı kimse, bilmediği hiçbir yer yokmuş. “Şu yoldan aşağı doğru git, yüz metre ileride solda” şeklinde tarif ettiler bir de. Yüz metre gittim, baktım kuruyemişçi yok. Sonra biraz daha gittim ama yine bulamadım. “Geçtim mi acaba?” diye düşünüp, aynı yolu geriye döndüm; fakat yok oğlu yok. Bak, şarkıcı kadın Bağdat’ı iki gözü kapalı bulabiliyor, ben yüz metre ileride solda dedikleri kuruyemişçiyi bulamıyorum arkadaş! Hayır, hedef adliyeyi bulmak ama ben adliyeyi falan da bıraktım, bildiğin kuruyemişçiyi arıyorum artık. MDD’ci gibi bir şey oldum. Nihai adliye hedefine ulaşabilmek için önce kuruyemişçi safhasını gerçekleştirmek gerektiğine inanmaya başladım. Resmen aşamalı adliye teorisi…
Oradan oraya, oradan oraya… Bakkal eczacıya gönderiyor, eczacı topuk pasıyla manava, o bacak arasından berbere. Hop, bir bakıyorsun yine bakkala yollamışlar seni. Top gibi aldılar aralarına tek pas oynuyor adi herifler. Sonra öğrendim ki, bizim Kuruyemişçi Faruk kısa süre önce ölmüş, kuruyemişçi de kapanmış. Boşuna çok yaşlı demiyorlarmış anlayacağınız. Bütün sırlarıyla beraber bu dünyadan göçüp gitmiş adamcağız. Adliyenin yerini falan da götürmüş giderken.
Artık nasıl sefil bir hale geldiysem, soru sormak için yanlarına yaklaştığım insanlar bile bir süre sonra para isteyeceğimi düşünerek benden kaçmaya başladılar. En son karşıma bir kahvehane çıktı. Yorgun ve bitkin bir halde kapıdan girdim. İçeride en az elli kişi var. “Ulan eşek değiller ya, artık içlerinden biri de adliyenin yerini biliyordur” diye düşünüyorum haliyle. Son ümit, “Ağalar, beyler, adliye ne tarafta?” diye sordum. Hep beraber ayağa kalkıp, “Gösterelim anam” dediler. Artık nasıl kaçtıysam kendimi Bakırköy Adliyesi’nde buldum. Köprüyü nasıl geçtim, koştum mu, yüzdüm mü, uçtum mu hala bilmiyorum valla…
Not: Bu anlattıklarımın üzerinden epey bir zaman geçti, hepsi Eski Türkiye’de kaldı. Yeni Türkiye’de artık adliye arama derdi yok. Devletimiz sağ olsun, hukukçu, siyasetçi, gazeteci demeden herkesi evinden alıp adliyeye, oradan da cezaevine kadar götürüyor. Hizmet diye buna denir işte!..