top of page
OZAN GÜLHAN

Kimsin kardeşim sen?

Seneler önce eski Kadıköy Adliyesi’nde oturmuş duruşma bekliyordum ki, koridorun başında birisi belirdi. Sonra sanki bedava döner dağıtıyormuşum gibi koştura koştura yanıma geldi. Gözümün içine bakıp, “Oooo, kimleri görüyoruz, kimleri?” dediğinde ben hala kim olduğunu çıkarmaya çalışıyordum. Kimdi bu adam? Hiç tanıdık da değildi. Hani bazen insanın gözü bir yerlerden ısırır da ismi aklına gelmez ya, inanın öyle bile olmadı. İlk defa gördüğüme yemin edebilirdim. “Birisine mi benzetti acaba beni?” dedim içimden. Ben daha neler olup bittiğini anlayamadan gelip yanıma oturdu. Oturmayı geçtim, kolunu omzuma attı bir de. İşte, “Sen de kimsin kardeşim” demek için elime geçen o muhteşem fırsatı o anda sessiz kalarak Emenikevari bir şekilde bonkörce harcadım.


Benim boş boş suratına baktığımı anlamamış olacak ki, “Abi ne kadar oldu görüşmeyeli ya?” diye devam etti. Ne ne kadar oldu? Arkadaş ben seni daha önce hiç görmemişim ki, yani bir başlangıç tarihim bile yok. Ben hala beni birisine benzettiğini düşünürken çok enteresan bir şey oldu ve bu kim olduğunu bilmediğim adam adımı söyledi: “Ozan, iki yıl oldu galiba, değil mi?” Allah allah. İster istemez “Olmuştur herhalde” kelimeleri döküldü ağzımdan. O da o kelimeleri bir güzel alıp, muhabbeti üzerine ilmek ilmek dokudu. Okulu bitirdiğim zamanı biliyordu, yüksek lisans yaptığımı biliyordu, babamla birlikte çalıştığımı biliyordu, İzmirli olduğumu ve uzun süredir gidemediğimi biliyordu, kız arkadaşımı bile biliyordu. “Sivil polis falan olmasın?” diye geçti aklımdan. Ancak sivil polislik bir durumum yoktu. Ayrıca o kadar sıcak kanlı soruyordu ki, mutlaka yakın bir tanıdığım olmalıydı.


Bir yandan kim olduğunu tahmin etmeye çalışırken, bir yandan da gayet yüzeysel bir şekilde “Senin hayat nasıl gidiyor?”, “İşler nasıl?”, “İstanbul insanı yıpratıyor değil mi?” benzeri soruları ardı ardına sıraladım. Acaba okuldan mı arkadaştık? Yüzlerce insan vardı okulda sonuçta. Belki silik bir tipti de ondan aklımda hiç kalmamıştı. Acaba müvekkil miydi? Sosyal medyadaki açık paylaşımlarından mı takip ediyordu hayatımı? Bilirkişi veya adliye çalışanı da olabilirdi tabii. Saatlerce süren yollarda, hacizlerde, keşiflerde neler neler konuşulmuyordu. Neyse ki, on dakikalık sıcak bir sohbetin ardından acelesi olduğunu söyleyip kalktı. Yine görüşmek için sözleştik. İstanbul gibi bir şehirde bir daha ne zaman, nerede görüşecektik ki!


Aradan temiz bir dört sene geçti. Bir gün Kartal Adliyesi’nde işleri bitirmiş, tren beklerken bir ses duydum: “Hayırsızsın oğlum, hayırsız!” Kafayı kaldırıp bir baktım ki, yine bu! Bu sefer tanıdım ama. Tanıdım derken, tanımadığım o adam olduğunu anladım yani. Muhabbete başladık, trende de devam ettik. Neden hiç aramadığımı sordu, adını bile bilmediğimi söyleyemediğimden iş yoğunluğuna sığındım. Yüksek lisansı bitirip doktoraya başladığımı, işimi değiştirdiğimi, nişanlandığımı falan biliyordu yine. Sadece benim hakkımda değil, bazı avukat arkadaşlarım hakkında da bilgi sahibiydi. Kemal evlenmişti mesela, Zeynep ofis açmıştı, Özgür yurtdışında yaşamaya başlamıştı… Hatta oturduğum muhiti bile biliyordu ki, Küçükyalı İstasyonu’na gelince, “Sen burada ineceksin, değil mi?” diye sordu. En kısa zamanda görüşeceğimizin sözünü aldı inerken. Avukat olduğu kesindi. Aynı okuldan mezun olmuş olmamız da büyük bir olasılıktı. Ama kimdi bu adam?


Bir beş sene daha karşılaşmamıştık ki, Bakırköy Adliyesi’nin baro odasında yakaladı bu sefer de beni. Bu kez kızmıştı ama. Haklıydı da. Evlenmiştim; fakat onu çağırmamıştım. Hadi o koşuşturma içinde belki atlamış olabilirdim ama artık evlerimiz neredeyse yürüme mesafesindeydi. Neden bir akşam arayıp da görüşmek istememiştim? İnsanlar evlenince benim gibi oluyorlardı işte! En “yakın” arkadaşlarını bile arayıp, sormuyorlardı! Oysa ki o en azından yerinin diğerlerinden biraz daha ayrı olduğunu düşünmüştü. Hiç kimseyi aramasam bile, onu aramalıydım. Bu ve buna benzer şeyler anlatıp durdu. Benimse aklımda tek bir soru vardı: Kimsin ulan sen?


Tabii iş öyle bir hale geldi ki, karşındaki kişi en yakın arkadaşlarımdan olduğunu söylerken, üçüncü görüşme esnasında tutup, “Ben seni tanımıyorum hemşerim” de diyemedim. Ancak adam bildiğin Fuat Avni’nin avukat versiyonu. Korkma, titre! Benim hakkımda her b.ku biliyor. Beni geçiyorum, anamı, babamı, halamı, dayımı, eşimi, okul ve iş arkadaşlarımı, kısaca benimle temas eden herkesi tanıyor; bense daha adını bile bilmiyorum. Ben kendimden şüphe eder oldum. Öyle ikna edici ki namussuz, beni yakın arkadaş olduğumuza inandırdı; onu bırak, “Ben senin senelerdir görmediğin babanım” dese, “Bunca zaman neredeydin baba” diye ağlayıp, boynuna sarılacağım.


Bir yandan da düşünüyorum. Kafama saksı falan düştü de kısmi hafıza kaybı mı yaşıyorum acaba? Ya da bu adamla unutmak istediğim ciddi bir ilişki yaşadık da, Eternal Sunshine of the Spotless Mind’daki gibi hayatımın onunla ilgili bölümlerini sildirdim mi? Yoksa bunun ciddi psikolojik sorunları var da beni yakın arkadaşı mı sanıyor? Bir ara Tyler Durden gibi hayali bir arkadaş olmasından da kıllanmadım değil. Sahip olduğum şeyler bana sahip olmaya mı çalışıyordu acaba? Çaktırmadan kolunu dokundum şöyle bir ama hayali mayali değil, bayağı gerçek. Ulan yoksa ben onun hayali arkadaşı olmayayım! Kendimi de yokladım hemen. Kolumdan yani. Bende de sorun yoktu. Kafayı sıyırmadan önce, duruşmam olduğunu söyleyip çok uzatmadan kaçtım.


Üç sene sonra bu kez de Çağlayan Adliyesi’nin veznesinde karşılaştık bizimkiyle. Formundan hiçbir şey kaybetmemişti. Beylikdüzü’ne taşındığım ve çocuğum olduğu bilgisinden tutun da, bir televizyon kanalının avukatlığını yaptığım haberine kadar her şey ondaydı. Dersine iyi çalıştığı belliydi. Bense pot kırmamak için çok fazla soru sormamaya çalıştım yine. Ancak bu kez biraz daha ofansif bir tavırla yeni basılan kartvizitimi uzattım ve onun da bana kendisininkini vermesini bekledim. Cüzdanını ve çantasını karıştırdı ama ne yazık ki yanında kartviziti kalmamıştı. Cesaret edip telefon numarasını isteyemedim. Numarayı kaydederken kafasını uzatıp, isim olarak ne yazıldığını kontrol eden tiplerden birisi olduğu kesindi çünkü. Sıfır bilgiyle yeni bir buluşmayı daha sonlandırdım böylece. Kabul etmeliyim ki, daha fazla zorlamayışımda “belki bir daha görmem, kendi kendine azalarak biter” düşüncesinin de etkisi vardı sanırım.


Ancak bitmedi! En son dün sabah gizli numaradan bir telefon geldi. Açtım ama karşıdaki sesi tanıyamadım. “Ohooo, hayırsız diyorduk ama beyimiz hayırsızı da geçti” cümlesini duyunca anladım ki bizimki arıyor. Vakit kaybetmeden lafa girişti. Temmuz sonunda ortak arkadaşımız Ebru ile evleniyormuş (Yahu Ebru kim? Birken ikiye çıktılar!) ve benim yaptığım gibi eşeklik etmek istememiş. O nedenle, daha vakit olsa da şimdiden arayıp davet etmeye karar vermiş. Düğünle ilgili ayrıntılı bilgileri daha sonra iletecekmiş. Telefonu kapatmadan önce mutluluklar dileyebildim sadece.


Bu kadar uzayacağını, dallanıp budaklanacağını nereden bilebilirdim ki? Selam verdik, borçlu çıktık! Bugüne kadar soramadım, içimde kaldı. Artık dayanamayıp, buradan yazıyorum sana. Adını bile bilmiyorum kardeşim, nasıl en yakın arkadaşım oluyorsun? Beni nereden tanıyorsun? Benim hakkımda bu kadar bilgiyi nasıl ediniyorsun? Kimsin kardeşim sen? Kimsin sen? Kimsin?..


1.573 görüntüleme
bottom of page