Genç adam hızlı ve emin adamlarla lüks restorana girdi. Hava serindi, yağmur çiseliyordu. Pardösüsünün yakalarını indirdi. Şef garsonun karşısına dikildi. Kısık ama kendinden emin bir sesle; “Bu akşam saat sekiz için cam kenarından iki kişilik bir masa ayırtmak istiyorum. Bütçem kısıtlı, o yüzden bize şu yemekleri önerirseniz memnun olurum” dedi. Garson şaşırmıştı. “Şarap olarak da şu markayı getirirsiniz” diye devam etti, “Ancak sizden bir ricam daha olacak. Sıra şaraba gelince bana ‘Her zamankinden mi Erkut Bey?’ diye sorarsanız memnun olurum. Hatta siz bana sıklıkla ‘Erkut Bey’ deyin. Bu akşam evlenme teklif edeceğim de.” Garson bir saniyelik bir düşünme payının arkasından “Tabii ki, Erkut Bey. Siz nasıl emredersiniz” dedi gülümseyerek. Anlaşmışlardı. Teşekkür edip çıktı.
Saat sekize yirmi kala restorana gelip, cam kenarında üzerinde adı yazan masaya oturdu ve sevdiceğini beklemeye başladı. Sevdiceği geldiğinde saat sekiz buçuktu. O gelmeden bir saate yakın düşündü, durum değerlendirmesi yaptı. Cebinde tam 350 lirası vardı. Restoranın hesabı, tahminlerine göre 320 lira tutacaktı. 20 lira bahşiş bırakacak, kalan 10 lirayla son dolmuşu yakalayıp eve dönecekti. Sabah da bir simit alıp yine iş görüşmesine yetişecekti. Tam dört aydır işsizdi. Çalıştığı bankadan performans yetersizliği nedeniyle kovulmuştu. Şu sıralar bir çocukluk arkadaşının fast food restoranında paket servis işi yapıyor ve ancak karnını doyuruyordu.
Bankayı düşündü. Tam dört yılını vermişti çalıştığı bankaya. Aldığı maaş ev kirasına bile zar zor yetiyordu ama dişini sıktı. Çalışkan ve azimliydi. Zaman geçip kıdemi arttıkça başarı basamaklarını bir bir tırmanacağını; şeflik, ikinci müdürlük, müdürlük derken refaha ulaşacağını umuyordu. Olmadı. Örnek aldığı bankacı büyüklerinin tek avantajı yaşça büyük olmalarıydı. Onlar zamanın avantajını yaşamıştı sadece. Küresel kapitalizm bu kadar vahşileşmemişti ve onlar hedef, kota, karlılık, bireysel işlem hacmi gibi zincirlere vurulmamışlardı en baştan. Ama kendisi çaresizdi. Daha işin başında kendisine aylık kredi kartı, sonrasında bireysel emeklilik ve çeşitli ürünler satma hedefleri yüklendi. Ne şaklabanlıklar yapmadı ki hedefler uğruna. Arayıp dil dökmediği eş dost akraba bırakmadı. Şubenin önüne stand kurup gelen geçene seslendi. Dördüncü yılında artık çevresi, portföyü tıkanmıştı. Krediye ikna ettiklerine sicilleri nedeni ile müdür kredi vermiyor, krediye uygun olanları ise kendisi ikna edemiyordu. Tükenmişti. Bankadaki son ayında performans nedeniyle ikinci yazılı ihtarı alınca panik oldu ve son kalan yakınlarına kendilerinin bile haberi olmadan bireysel emeklilik hesabı açtı. Ödeme kanalı olarak kendi kredi kartı bilgilerini verdi. Sırf kotayı doldurmak için. Buna rağmen performans nedenyle kovuldu. O açtığı hesapların hepsinin giderini, masrafını, primini, her şeyini kendisi ödemek zorunda kaldı. Batmıştı. Performans nedeniyle işten çıkarıldığından, başka hiçbir bankada iş bulamadı. Başvurmadığı iş kalmamıştı. Ama yarın için ümitliydi. Eski bir arkadaşı bizzat iş önermişti. Uluslararası bir nakliye şirketinde muhasebe bölümünde bir iş fırsatı vardı ve yarın insan kaynakları ile görüşmeye gidecekti.
Tam dört aydır saklamıştı sevdiceğinden işsiz olduğunu, onu da kaybetmek istemiyordu çünkü. Bunu kaldıramazdı. Çok zor geçmişti bu dört ay. Görüşmeleri azalttı, türlü bahanelerle savuşturdu. Onunla bir kahve dahi içecek parası olmaması nedeniyle, “Şeflik sınavlarına hazırlanıyorum” diye yalan bile atmıştı. Sevdiceği mızmızlanmaya başlamışken bu evlilik teklifi tam zamanında olacaktı doğrusu. Hem yarın işe de başlarsa kısa zamanda toparlardı. Cebindeki ince ve küçücük taşlı yüzüğün kutusunu tuttu. Umarım beğenirdi. Derken sevdiceği çıktı geldi, karşısına oturdu. “Buraya neden geldik? Kaç gündür neredesin? Telefonlarıma da çıkmadın?” diye kendisini soru yağmuruna tuttu. “Şeflik sınavına hazırlanıyordum biliyorsun” diye hatırlattı. “Bu akşam buraya geldik çünkü sana bir sürprizim var” diye devam etti. Sevdiceği “Dur unutmadan bende sana bir şey almıştım ama görüşemedik, veremedim” diyerek sırt çantasından kocaman bir kitap çıkardı. Kovulduğu bankanın patronunun biyografisini anlatan bir anı kitabıydı hediye etmek istediği. Yüzü buruştu, aldı kenara koydu, teşekkür etti. Bu sırada şef garson seremoniye başlamıştı. Aperatifler masaya gelmeye başladı. Ortam yumuşadı.
“Sen bu azim ve çalışkanlıkla yakında bankaya patron olursun, o yüzden ilgini çekeceğini düşündüm kitabın” dedi kız. Önce cevap vermedi, bir süre sonra “Bankadan ayrılacağım, sana fazla vakit ayıramadığımın farkındayım. Mesai ve iş stresi daha az olan büyük bir firmadan teklif aldım, düşünüyorum” dedi sadece. Ancak aklı başka yerdeydi. Tamam şef garson önce istediği gibi, “hoş geldin, beş gittin Erkut Bey” yapmıştı ama istediği yemekler bunlar değildi. Masaya yıldırım gibi yemekler, tatlılar geliyordu. “Her zamankinden mi?” deyip getirdiği şarabın kendi istediği ile alakası yoktu, hatta şişesi bile çok pahalı duruyordu. Anlam veremedi. Sessizce yediler gelenlerden. Sona doğru sevdiceği kendisinden önce davranıp, konuşmaya başladı. “Erkut, bu işi daha fazla uzatmaya gerek yok. Sen benim hayallerimdeki adam değilsin. Benim beklentilerim bunlar değil. Mesele işle, parayla, unvanla ilgili de değil. Ben sana karşı duygusal anlamda bir şey hissetmiyorum. Sanırım hiçbir zaman da hissetmeyeceğim. Aslında bunları daha önce de konuşmak istedim ama sen yoktun. Lütfen beni affet” dedi. Düşünülmüş, planlanmış cümleler olduğu belliydi. Kalkmak için toparlanıyordu. Son kozunu oynamaya karar verdi. Peşinden gidip yüzüğü verecekti. Düşünmesini isteyecekti. Sevdiceği “müsaadenle” deyip ayrılırken peşinden kalkacak oldu ama o anda masaya yıldırım gibi inen sümene baktı. 1400 lira yazıyordu adisyonda. Kalakaldı.
Hesabı getiren garsona, şef ile görüşmek istediğini söyledi. “Molaya çıktı, bekleyin gelir” dedi genç garson. Beklemeye başladı. Sinirden kendini yiyordu. Sevdiceği de çekip gitmişti. Bıraktığı kitabı alıp, beklerken incelemeye başladı. Tam 560 sayfa ve yarım kilodan fazla idi. Hızlıca bakındı içine. Başlarda patronun ailesinin ne soylu olduğu, çocukluğu, Robert Kolej yılları, Boğaziçi ve yurtdışı anıları, sonra bankacılık deneyimleri, burjuva çevresi, bankayı nasıl büyüttüğü ve yabancılara nasıl olup da ederinin on katına satıldığı ballandıra ballandıra anlatılmıştı özet olarak. En sonunda sinirden eli ayağı titremeye başladı. Son kısımda patronun vakfının sosyal sorumluluk projeleri, yüksek sosyete balolarından resimler vardı. Ve arkasından da banka çalışanları ile bir şubenin önünde çekilmiş fotoğraf. Kitap “beni sizler var ettiniz” minvalinde bir teşekkür yazısıyla son buluyordu. Fiyatı 54 liraydı. Bundan bile para kazanıyordu adam. Kitapta banka çalışanlarının bir o yana bir bu yana satıldığı, hedef hedef diye duman olduğu, ocakların söndüğü, hedefler için halkın dümen dolanla kandırıldığı, kendileri paraya boğulurken çalışanların üç kuruş paraya üç aylık değerlendirmelerle perişan edildiği, yüksek lisans mezunu çocukların kapı kapı dolaşıp sonunda “bankacı giremez” tabelaları ile karşılaştığı, bir bakkal bir kasap kadar itibarının bırakılmadığı yazmıyordu haliyle.
Kitaba dalmışken “Beni hatırlamadın mı?” diye bir sesle irkildi. Şef garsondu karşısında duran, sırıtıyordu. Düşündü, hayal meyal hatırladı. Üç sene önce çalıştığı banka şubesinin karşısında bir lokanta açmıştı. Bayağı bir masraf etmişti. Ziyaretine gidip pos, kart, sigorta, otomatik ödeme, allah ne verdiyse tüm ürünleri bir bir satmışlardı bu hevesli esnafa. Devamını da hatırladı sonra. Lokanta ancak bir yıl dayanıp, personel üstüne personel çıkarıp, kapanma aşamasına varınca, gelip borçlarını yapılandırmak istemiş, bireysel kredi talep etmişti bu adam. Kendisi doldurmuştu hatta başvuru formlarını. Ancak şube müdürü talebi reddetmişti. Yutkunarak baktı şef garsona, “hatırladım” dedi. “Battım ben, halen borç ödüyorum” dedi şef garson. Cevap veremedi. “Evet, borcunuz 1.400 lira. Nakit mi, kart mı, yoksa komi arkadaşlar size uygun bir ödeme planı çıkarsınlar mı?” diye sordu düşmanca. Komiler karşısında pis pis bakıyorlardı.
Kafasını öne eğdi. Masanın üzerindeki kitabın kapak resminde bankanın patronu gökyüzüne bakmış gülümsüyordu. Yarım kiloluk kitabın sert alt köşesini garsonun kafasına geçirirken “Ben değil ulan, bu adam batırdı hepimizi!” diye bağırıyordu. Kavga bitip yaralılar taşınırken, olay yerinde tek anlamsız detay yerdeki saçılmış kitaptı. Resimdeki adamın yüzünden ve ellerinden kan damlıyordu.