En baştan söyleyeyim eşini adliyede unutan o avukat ben değilim. Hikâye bir arkadaşıma ait. Valla bak. Ekmek mushaf çarpsın ki öyle. Biliyorum, başına kötü bir şey gelen herkes sanki bir arkadaşı yaşamış gibi anlatıyor olayı. Bu sefer gerçekten bir arkadaşın başından geçenleri yazacağım. Aslında onun yazmasını isterdim ama kabul etmedi. Kalemine güvenmiyormuş. Bir de adını verip ele güne rezil olmak istemezmiş. Kimliğini açıklamamak şartıyla olayı paylaşmama razı oldu. Bu nedenle kendisini Arya olarak anacağım. A girl has no name…
Doğruyu söylemek gerekirse, Arya normalde de unutkan birisi. Zaman zaman birçok şeyi atlar. Sık sık evden çıkarken anahtarlarını unutur mesela ya da baro odasında bilgisayara taktığı harici belleğini… Hatta bazen doğum gününü ve evlilik yıldönümlerini bile unuttuğu olur. Bu son ikisi itibariyle her erkeğin aradığı bir kadın anlayacağınız. Ancak nasıl unutmasın ki? Çok yoğun bir çalışma temposu var. Gecesi gündüzü birbirine girmiş. Haftanın altı günü, sabahtan akşama kadar icra işi yapıyor. Pazar günleri dahi evde dilekçe yazdığı oluyor. Gece yarısına kadar telefonu susmuyor. Standart bir avukat anlayacağınız.
Kocası Rıfat ise bankacı (neyse ki kocasının ismini yazmama konusunda söz vermemiştim). Rıfat da aynı yoğunluktan muzdarip. Çoğunlukla geç saatlerde eve geliyor. Görev yaptığı banka şubesi nedeniyle cumartesi günleri de çalışıyor. İkisi de işten güçten birbirlerine pek zaman ayıramıyorlar kısacası.
Geçenlerde Rıfat işten bir gün izin almış. Hava biraz kötüymüş ama yine de Arya’yı bir yerlere götürüp, tüm günü eşine ayırmak istemiş. Gel gör ki, bizimkinin son günlü işleri ve duruşması olduğundan adliyeye gitmesi gerekliymiş. “Maksat birlikte zaman geçirmekse, gel beraber adliyeye gidelim. Hem yaptığım işi de görürsün” demiş, tutmuş çocuğu kolundan adliyeye götürmüş.
Adliyeye gitmişler gitmesine de, işlerin arasında birlikte vakit geçirmeye imkan mı var! Yok talep aç, yok fotokopi çektir, yok takip hazırla, yok para çek, yok harç yatır derken, adamcağız dördüncü beşinci icradan sonra sıkılmış haliyle. Bir de icra dairelerinin o metrobüs kıvamındaki yoğunluğu, oturacak yer bulunmaması gibi etkenler de birleşince Rıfat iyice bunalmış. En son, “Ben kafeteryada oturup bekleyeyim istersen seni. İşin bitince ararsın, birlikte çıkarız” demiş. Bizimki de kabul etmiş.
Arya çalışmaya devam etmiş. İcradaki işlerini halletmiş, ticaret mahkemesindeki duruşmasına girmiş. Duruşmadan ayrılmış, birkaç mahkeme dosyasının kontrolünü yapmış. Bütün işleri saat dört gibi bitince de, o yorgunlukla çıkmış, doğrudan eve gitmiş. Onun eve vardığı sırada, eşi hala kafeteryada işlerin bitmesini bekliyor tabii.
“Eve geldim, koltuğa oturdum ama bir eksiklik olduğunu fark ettim hemen” diyor Arya. Sonra düşünmeye başlamış: “Ne acaba, ne acaba?” Kalkmış çantasını almış, karıştırmış. Ajanda yerinde, cüzdan yerinde, büronun anahtarları, makyaj malzemeleri falan hepsi tamam. Ancak içinde hala bir huzursuzluk var. “Son günlü başka iş mi vardı?” diye düşünmüş. Ajandadan kontrol etmiş ama öyle bir şey de yok.
Sonra koltuğa oturmuş, televizyonu açmış. Televizyonda eski bir Türk filmi, yağmurun altında iki sevgili yürüyor. İşte o an bir şimşek çakmış kafasında. “Allah kahretsin” diye kapıya doğru koşmuş. Kapının yanına gidip bakmış ki, şemsiye de yerinde duruyor. Onu da unutmamış adliyede yani. Allah allah? Bak, yağmurun altında iki sevgili yürüyor, romantik bir an ama bizimki hala şemsiyenin derdinde! Gelmiş oturmuş yine koltuğa, filme kaldığı yerden devam etmiş. Filmin sonunda kızın sevgilisi ölünce ağlamış. Hala bir kocası olduğunun farkında değil ama!
Saat beş, saat altı, saat yedi... Oturmuş yemeğini yemiş, kahvesini içmiş, bulaşığını makineye dizmiş. Yazması gereken bir dilekçe varmış ama “ondan önce bir internete bakayım” demiş. İşte ne zaman sosyal medyaya göz atmak için cep telefonunu eline almış, on civarı cevapsız arama ve beş tane mesajı görmüş. O an duruşmaya girerken cep telefonunu sessize aldığını hatırlamış. Kocasını aramaya fırsatı olmadan kapı açılmış ve yağmur altında sırılsıklam olmuş bir adam içeri girmiş. Tıpkı filmdeki gibi. Ne kadar romantik!
Kocasının adliyede neler yaşadığını sonradan öğrenmiş bizimki. Adam saat beşe kadar adliyede beklemiş. Bakmış herkes gidiyor, “Biz ne zaman gideceğiz?” diye sormak için eşini aramış. Cevap yok. Tekrar aramış. Cevap yok. Mesaj atmış. Cevap yok. Bir daha aramış. Cevap yok. İcra dairelerini gezmiş, kimse yok. Bir an anons yaptırmayı düşünmüş ama kime yaptıracağını bilmediği için vazgeçmiş. “Adliyemizde otuzlu yaşlarında bir adam kaybolmuştur. Ailesinin danışmaya gelmesi önemle rica olunur” şeklinde bir anons duyduğunuzu düşünsenize. Burayı anlatırken çok güldü ama “Yazma, kocam okursa çok kızar” dedi Arya. Dayanamadım yazdım.
Rıfat eve deli olmuş bir halde varmış tabii. Adliyede saatlerce beklemiş, telefonlarına cevap alamamış, bir de eve gelmiş ki karısı hiçbir şey olmamış, sanki kendisi hiç yokmuş gibi hayatına devam ediyor. Üstüne üstlük yolda sırılsıklam olmuş, ki en sevmediği şeymiş Rıfat’ın. Kedi Rıfat işte! Sonra takılmış plak gibi aynı şeyleri tekrarlamaya başlamış: “Nasıl unutursun beni adliyede ya. Bir insan evladı başka bir insan evladını nasıl unutabilir bir yerde. 1.50 olsam, 1.60 olsam tamam bak. 1.90 adamım ulan ben. Deve gibi adamım. Şöyle uzaktan kafanı uzatsan görürsün. Nasıl unuttun yahu beni.” Yiğidi öldür, hakkını yeme. 1.50-1.60 olsa neyse de, 1.90 boyunda adam da unutulmaz yani şimdi. Deve kedi Rıfat unutulmuş ama!
Arya, “Ya kusura bakma, yorgunluk, dalgınlık” falan demiş ama adamcağızın sinirini geçirmek ne mümkün. “Unutma unutulanlar unutanları…” diye şaka yollu başlamış lafa, “Ben o unutanın da, unutulanın da, yedi sülalesinin de…” şeklinde başlayan bir cümleyle karşılaşınca susmuş bizimki. Belki kocasının kızgınlığını alır diye bebek gibi konuşmuş, “Aylaysam göyüysün ama” demiş. Kocası sövmeye gözyaşı damlasından başlayıp Büyük Okyanus’tan çıkmış. Adam zaten suyu sevmiyor, sen ne diye hala sulu şeyler söylüyorsun adama, değil mi? Bizimki bu sefer klasik taktikle üste çıkmaya çalışmış, “Sen de kafeteryada oturacağına benimle dolaşsaydın” gibi bir şey demeye kalkışmış. Aldığı cevabı buraya yazarsam bizim blogu en az bir ay kapatırlar.
Yarım saat süren tartışmanın sonunda, artık nasıl olmuşsa, güzelim günün mahvolmasının Rıfat’ın suçu olduğu ortaya çıkmış! Rıfat, Arya’dan özürler dilemiş. Çok üzgün olan Arya’nın gönlünü almak için o yağmurlu havada dışarı çıkmış ve eşinin en sevdiği tatlıdan alıp getirmiş. Sonra bir de güzel bir film açmış. Koala gibi sarılmışlar birbirlerine, filmi izlemişler. Koala deve kedi Rıfat güç bela affettirebilmiş kendisini!..
Arya hikayeyi bitirirken sosyal mesaj vermeyi de ihmal etmedi tabii. “Siz siz olun, adliyeye eşinizi götürmeyin. Götürüyorsanız da elini bırakmayın” yazmalıymışım yazının sonuna. Ha bir de üşenmeden sorup soruşturmuş; adliyedeki polis noktasından anons yaptırılabiliyormuş. “Adliyemizde otuzlu yaşlarında bir adam kaybolmuştur” şeklinde bir anons duyarsak şaşırmamalıymışız yani…