O gün sabah kahvaltı bile yapamadan evden fırlamış, adliyedeki işlerimi süratle bitirmiş, yeni taşındığım büronun eksiklerini gidermek için öğlen arasında adliyeden geri dönmeyi başarmıştım. Hedefim hızla bir yemek yemek ve ardından çok da anlamadığım şekilde matkap, çekiç, dübel vs ile gereken tadilata girişmekti. Ama ille de yemek...
Hemen yanımızdaki lokantaya gideyim de insani faaliyetlerimi sürdürebileyim diye bürodan çıkarken telefon çaldı. Bu telefon hep çalıyor arkadaş. Gece demiyor, gündüz demiyor, öğlen arası demiyor çalıyor. Benim telefon mahalledeki Dede Pide Salonu'nun telefonu gibi. Devamlı çalıyor. Bu arada Dede Pide, telefonun hep çalıyor, vay, iyi kazanıyorsun, hadi iyisin...
Kapıyı kilitlemeye çalışırken çalan telefonu açtım. Sevdiğim bir arkadaşım. Çevresi geniş. İşinden dolayı borçlusu, alacaklısı envai çeşit insan tanır. Sağolsun, iki senedir de ne kadar problemli insanla tanışsa bana yönlendirir. Ve yine sağolsun iki senedir bana gönderdiği nereden baksanız 60-70 insanın hiçbirisi işini ücretini ödeyerek yaptırma yanlısı çıkmadı. Boşanma davasının masraflarını dahi benim yapmamı isteyeninden, borçlusu olduğu dosyadaki taahhüdü nedeniyle borcu benim kapatmamı talep edenine kadar bir dizi ilginç istekle muhatap olup duruyorum. Yani arkadaşım iyiniyetle bana devamlı müvekkil adayı yönlendirmesine rağmen yönlenen kişi karşıdakinin avukat, kendisinin de müvekkil adayı olduğu fikrinde asla ve de kat'a değil. Ben mahallenin koca yürekli abisi, onlar da başları ufak dertlere bulaşmış bıçkın delikanlılar veya ailesi için borcun altına girmiş gönlü zengin insanlar pozunda bir Yeşilçam durumu yaşıyoruz. İki senedir bu böyle... Yemin ediyorum yürüyüşüm değişti. Kadir Savun gibi, Hulusi Kentmen gibi, Kabadayı'daki Şener Şen gibi oldum.
Telefondaki işte bu arkadaşım... 'Sana bir müvekkil gönderiyorum, hadi iyisin, siz görüşün sonra bir rakını içerim' dedi. Arkadaş, iki senedir, tam tamına iki senedir bu sohbeti yapıyoruz. Bıkmadın mı? Senin çevrendeki insanlar avukatı bir nevi 'hukuk hayratı' olarak görmekte ısrar ediyorlar işte... Daha neyi zorluyoruz anlamıyorum ki... Yönlendirdiği kişinin sorununu merak ediyorum, çok canlı bir yanıt alıyorum: “Adam müteahhit, bi' rakını içerim”... Yahu iç de ben bunu sormadım... Müteahhit olmak bir sorun değil ki... Daha doğrusu sorumun yanıtı bu değil. Ne yapmış bu adam, onu soruyorum. Birini mi vurmuş, inşaatı mı çökmüş, işçilerin parasını mı vermemiş veya alacağını mı tahsil edememiş? Ne olmuş? Sesi daha da heyecanlanıyor: “Oğlum adam müteahhit diyorum sana ya! Bi' rakını içerim”... Allahım delireceğim... Didişmeyi bırakıp büroya geri giriyorum. Tamam, gelsin...
Yarım saat sonra adam geldi, karşımdaki koltuğa oturdu. Odamı süzdü ve tadilat olduğu tahmininde bulundu... Yok, ben normalde dilekçeleri daha kalıcı olsun diye çivi yazısı ile taş tabletlere yazıyorum, o yüzden etrafta bu kadar çok çekiç-çivi var. Bağırarak konuşuyor, karşısındakini hiç konuşturmuyor. Ben sormadan 'Bi çayını içerim' diye ricada da bulundu, oh. Çayın yanında sormadan etmeden sigarayı da yaktı, oh. Şöyle bir gerindi, oh. En son önündeki sehpaya ayaklarını uzatır gibi olunca bir çüş dedim. O ayakları bir indir, sigarayı yavaşça söndür ve derdini anlat. Dediğimi yaptı. Haşşöyle...
Ben arkadaşımın 'adam müteahhit' diye histerik sayıklamalarından dolayı büyük bir ticari davayla falan karşı karşıya olduğumu sanarken, mesele basit bir icra takibine itiraz noktasına geldi. Tamam, onu da yaparız. Ücretini söyledim, şöyle bir kez daha gerindi, böyle gevşek hareketlere tahammül edemediğimi bir kez daha gözbebeklerimi büyüterek gösterince toparlandı ve 'ücret golay canım, sen yaz hele' deyiverdi. İyi, yazarız.
Dilekçesini yazdım, yüzüne karşı okudum. Pek hoşuna gitti. Okurken bazı cümleler özellikle hoşuna gitti. Oraları 'bak orayı çok güzel demişsin' diyerek takdir de etti. Keyfi yerine geldi, yanmamış sigarasını ağzına koydu ve ayaklandı. Ben elimde dilekçe, ondan gelecek hamleyi bekliyorum. Arkadaş bu ne... Arenada dövüşe çıkmış gladyatörler gibi birbirimizi süzüyoruz. Ücretini istedim, 'beş dakikada bir dilekçe yazdığım, buna ücret isteyemeyeceğim, istersem ayıp olacağı' şeklinde alışılmış, artık sıkmış, içi geçmiş, cıvık müdürüm afedersin bir yanıtla karşılaştım, ben de aynı basmakalıp cümlelerle aldığı hizmetin hukuki bir hizmet olduğunu, çekirdek almak gibi bir iş olmadığını, o dilekçeyi kendisi yazabilecekse bana gelmesinin anlamsız olduğunu falan söyledim. Klasik 'emeğin karşılığını vermeden işimi gördüreyimci müvekkil ile daha kendi hakkımı savunamazsam başkalarının hakkını nasıl savunabilirimci avukat' diyaloğu... Ücretini ödemezse dilekçesini vermeyeceğimi, istediği yerde yazdırabileceğini söyleyerek dilekçeyi çekmeceme koyup koltuğuma geri oturdum.
Elini cebine atarak iki 20'lik, bir tane de 10 TL çıkardı, masamın üzerine atarak 'Al hadi al siftah olsun' dedi. Ben bir an gaza gelip parayı yere atıp siftah yapan esnaf moduna girer gibi oldum. O an nereden geldiğini anlamadığım bir şekilde iki tabure ve bir tavla peyda oldu. Dükkanın zeminini yıkamış da paçaları sıvamışım gibi bir hal geldi üzerime... Kapının önüne çıkıp yoldan geçen bisikletli çocuklara 'lan tekerlek dönüyo' kerata, ehüehüehe' diye takılasım falan geliyor... Ama hemen kendimi toparladım... O parayı atmamalıydı... Çünkü koltuktan masanın üzerine fırlayıp o paraları adamın suratına çarpmak, sonra da ensesinden tutup itekleyerek bürodan kovmak zaten halen yemek yememiş olan bünyeme ekstra bir yorgunluk oldu... Bir de aç olunca daha çabuk provoke oluyor insan...
Bu sefer arama sırası bendeydi. Arkadaşımı aradım, kısa ve öz söyledim: “Senin göndereceğin adamı da seveyim, seni de seveyim".
O arkadaşım iki yılın sonunda başımı belaya sokmak üzere olunca artık 'müvekkil' göndermedi. Gönderme arkadaş. Sen gönderme. Sen birisiyle selam bile gönderme. Direkt kendin gel, selamını kendin ver. Peki zulüm bitti mi? Hayır. Adam müvekkil göndermeyi kesti ama halen 12-13 günde bir arayıp 'bi rakını içerim' diyip kapatıyor. Manyak herif.